Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








29 Şubat 2012 Çarşamba

Yaprak Yağmuru... (23 kasım 2009)

Hep ifade ederim ki; en sevdiğim mevsim Sonbahardır. Bu yüzden de her yıl çok iyi gözlem yapar, güzel anları ve görüntüleri belleğime kaydederim. Geçmiş yıllarda yaşanmış mevsim özellikleri hep aklımdadır. İşte bu nedenle diyorum ki; 2009 yılı İstanbul’da yaşanan sonbahar için bu yüzyıla damgasına vuracaktır. Ömrümün en güzelini yaşıyorum.

Pastırma sıcakları denen süreç çoktan geldi de geçiyor bile, hatta ortada kuruyacak pastırma kalmadığı gibi ayvalar da çoktan toplanıp depolardaki yerlerini aldılar. Üzümün esamesi yok, zeytinler yağ oldu, selelerde arzı endam ediyorlar ama görünen o ki, bizim sonbahar sanki Ekim’in ilk haftasındaymışçasına tüm gücüyle devam ediyor. Sanırım bu yıl yakamı bırakmayacak.

Farmville... (6 ekim 2009)

Birkaç gün önce gazetede okuduğuma göre facebook’taki FarmVille oyununa üye sayısı 52 milyona ulaşmış. Zaten ne zaman feysbuka girsem ana sayfada onlarca arkadaşımın farmville ile uğraşmış olduğuna tanık oluyor ve son derece sevimli resmedilmiş inek, ördek, koyunlara bakıyor yetiştirdikleri sebzeleri görüyorum. İnsanlık içindeki çiftçi canavarını bir şekilde ortaya çıkardığı için feysbuka minnettar... Sanırım endüstri devriminin sonu geldi, tekrar tarım devrimi yapıp dünyayı sanayicilerin elinden kurtaracağız... her neyse bu işin güldürme tarafı ama yabana atılır bir durum da değil.

Bendeniz bağ bahçe işleriyle uğraşmanın ne denli zevkli olduğunu çok iyi bilen biriyim. Daha ilkokulda iken ıslak pamuklar arasında çimlendirdiğim nohut ve fasulyelerden, büyük saksılarımıza gömdüğüm ve sonradan yeşeren mercimeklerden aldığım ilk keyiflerden feci şekilde damardan zehirlendim ve tutkun oldum. 10 yaşında iken oturduğumuz apartmanın karşısındaki geniş zeytinlikte kendime küçük bir bahçe yaptım ve ilk adımımı maydanoz, nane ve biber yetiştirmek suretiyle attım. Bu böyle yıllar sürdü en son Maşukiye’deki evimizin arka bahçesinde kocaman bir tarla oluşturmayı becermiş ve çeşit çeşit ürünleri hasat ederek bütün mevsimlerde mutfağımızdan eksik etmemiştim. Son derece keyifli bir olaydır ve bu 52 milyon tutkunu da gayet iyi anlıyorum veeeeeeeeeee birşeyi çok ama çok merak ediyorum:

Temmuz Öyküsü (8 temmuz 2009)

Sabah 7.00. Uyandım. Son haberlere göre İstanbul’un en sıcak iki günü içindeymişiz. Henüz hissetmiyorum, daha bir şey belli değil. Balkona çıktım, kollarımı demire yaslayıp panjurların altından işe gitmek üzere yola çıkmış birkaç kişiye baktım. Aklıma eski günler geldi, saat 6.30 da evden çıktığım ve o gün belki de 35 dereceye, İstanbul’un öldürücü nemiyle tırmanacak yaz sıcağının olduğu günlerde, servisimi beklemek üzere dışarı adım attığımda tadına vardığım “erkenin” güzelliği, havanın kokusu ve lezzeti; ne mükemmeldi - tekrar anımsadım. İş tempomu katlanır kılan işte bu tip anlık güzelliklerdi. Kaç kişi yaz günlerinin serin sabahlarını böyle yaşama şansına sahiptir ki? Bilmem, hiç bilmem.

Kafamı çevirdim, arkamızdaki apartmanın giriş katlarını süsleyen asmaya diktim gözlerimi. Bahçemizin muhtelif yerlerinde vardı bu üzümden. Karadeniz Bölgesinin keskin kokulu küçük siyah üzümü diğer adıyla Ça-Uzeni. Öyle arsız ve yılışıktır ki; yeri göğü sarmak için iki yıl dahi bekleyemez. Genç yaprakları ile süslediği sayısız kolu ile camlara, demirlere, bahçe duvarlarına yayılmıştır. Karalahananın itibar görmediği yaz aylarında Allah, “alın bununla yapın sarmanızı” diye yaratmıştır sanki onu. Öylece baktım yeni tazecik yapraklarına uzun uzun.

Çelişkilerimiz (10 haziran 2009)

Çelişkilerimiz çekilir gibi değil. Öyle çelişir ve çakışır hale geldi ki herşey, anlamak mümkün değil. Mesela “Ben sana siz diyorum da sen niye bana sen diyorsun” cümlesi bunu mükemmel açıklıyor. Allah razı olsun Sayın Başbakanımız bazen o kadar güzel örnekler sergiliyor ki derdimizi anlatmak için kanıt aramak zorunda kalmıyoruz. Son günlerde telaffuz edilen ve epeyce de tartışılan bu cümleye bayılıyorum; bu cümle bir ışık, bu cümle bir eser!

Bir başka örnek! AB parlamentosunda sağcı ve milliyetçiler tarihinin en güçlü dönemini yaşıyorlar, solcu ve sosyalistlerin Avrupa mozaiğinden silinmekte olduğu gerçeğine tanık oluyoruz. Milliyetçi ve sağcı iktidarları büyük heyecanlarla başımızdan eksik etmeyen Biz; Türkiye vatandaşları, üzüntüden çöküyoruz, yazılı ve görsel basın felaket senaryoları sergiliyor. AB’ye bakarken sosyalist, içeri dönünce dinci-faşist. Hani hem kadınız hem erkeğiz gibi bir şey. Nemenem şey? Bilinmez. Hiç değilse hak ve özgürlükler, eşit yaşam konusunda kendimizden başkasına hak ve özgürlük tanımasak da ne olduğundan haberdarız, eh bu da içimizi rahatlatıyor.

Güzel ve Çirkin... (21 nisan 2009)

Günlerdir izlediğim ve her defasında boğazıma yumruk yumruk hıçkırıkların biriktiği bir kayıttan söz edeceğim. Birçoğunuz televizyonda ya da internette izlediniz, gazetelerde hakkında yazılanları okudunuz. Britanya’nın yeteneği olarak sunulan ve tüm dünyayı kendine hayran bırakan Susan Boyle’dan söz etmek istiyorum. Günümüzün masal kahramanı İskoç ev kadınından. Her şeye rağmen bir kadın olan o tatlı insandan. Bana bir insanın, sesiyle bulutlara karışabileceğini gösterdi.

O’nunkisi, hep birlikte tanık olduğumuz gerçek bir masal ve her masal gibi yüklü dersler çıkarılabilecek bir yaşam öyküsü. Bana vereceğiniz şans her şeyi değiştirebilir diyebilecek denli umutlu. Haklı bir umut çünkü destekleyen çok güçlü bir gerçeği var. Yıllarca İngiltere’nin efsaneleşmiş müzikallerinde baş solist olarak performanslarını sergilemiş Elaine Paige ile yarışacak kadar muhteşem bir sese sahip ve söylemek için yetenek, yürek ve cesaret isteyen zor bir şarkıyı nefes alır gibi basitçe icra edebiliyor.

Yeteneği anlaşılana kadar da tamamen dış görünüşü ile yargılanan, alaylara maruz kalan, deyim yerindeyse yerden yere vurulan bir zavallı olarak görülüyor. Acımasız İNSANLIK kendisine Kıllı Melek diyebilecek denli zalim, vahşi ve çağdışı. Cinsiyet ayrımcılığı en üst düzeyde, neredeyse çirkin olmaktan hüküm giyecek. Güzellik ve Çirkinlik kavramları karşısında düşülen ırkçı tuzaklar, dünyanın en gelişmiş toplumu olarak gördüklerimizde bile ne yazık ki hala yeni avlar yakalayabiliyor. Bir insan çirkin ise; ki neye göre çirkin bu ayrı tartışma konusu, aptaldır, konuşamaz, gülemez, gezemez, giyinemez, makyaj yapamaz, şarkı söyleyemez, evlenemez, çocuk doğuramaz, annelik edemez. Çirkinler hep kötüdür, yüzlerine bakılmaz, iğrenilir onlardan, uğursuzdurlar. En önemlisi çirkinler esmer ve siyahtırlar. Beyazlık ve sarışınlık ise iyilik ve güzellikle özdeşleştirilmiştir. Şu aptal “Yüzüklerin Efendisi” serisinin özünde de bu ırkçı detay vardır, bu şartlanma bilinçleri yapılandırır. Dikkat edin, okuduklarınızda ve izlediklerinizde bu ince detayları kaçırmayın, bir şeylerin peşinden hayranlıkla koşarken daha sorgulayıcı olun! Konumuza dönecek olursak, çirkin yaşlı kız Susan, seçici kurul tarafından ince alaylara alınarak arenaya sürülüp, yüzlerce insanın önünde pençelerin saldırısına terk edilerek yarışmaya alınıyor, sadece rezil edilip eğlenmek için sahneye atılıyor ama 10 saniye sonra, önce oradakileri daha sonrasında ise dünyayı alt ediyor.

Seçtiği şarkı durumunu güzel tanımlıyor – Bir Hayal Kurdum – diyor. Kurduğu hayal bu şarkıyla gerçekleşiyor. Yarı engelli olarak yaşama merhaba diyen, yıllarca hasta ve yaşlı annesine bakmak zorunda kalan, basit köy yaşamından hiç kopmamış, kıllı, şişman, beyazlaşmış bakımsız saçları olan Susan benim gözümde ilahlaşıyor. Dersimi pek güzel alıyorum.

Yaşamlarımız basit olmalı, basitliklerden mutluluklar süzerek devam edebilmeli.

Dış görünüşümüzle çok uğraşmamalı, uğraşsak bile bazı durumlarda bunu dert etmemeli.

Hayal kurmalı, kurduğumuz hayallerin peşinden koşabilmeli.

Yaşamımızı kısıtlayan ve bizi dar çerçeveler içinde hapseden unsurlar nedeniyle mutsuz olmamalı. Kurtulmak elimizden gelmeyebilir, mecbur kalmışızdır ancak bir gün engeller ortadan kalktığında hiçbir şey için geç olmadığını düşünmeli.

Ömrümüzün her anında her şeye sıfırdan başlayabileceğimizi unutmamalı ve bu enerjiyi içimizde saklı tutmalı.

Gözlerimizi bazı şeyler için kör etmeli, bir insanın doğuştan getirdiği ve doğanın ona bahşettiği görünümü nedeniyle saçma sapan ithamlarda bulunmamalı.

Daima umudumuz olmalı, UMUT etmekten yılmamalı.

Susan Boyle, estetik ameliyatlarla garipleşmiş suratlarıyla dolaşan, kaşı, ağzı, burnu sağa sola kaymış birçok kadından çok daha güzel... üstelik bir de şahane bir sesi var. Ne kadar isterdim ben de O’nun gibi söyleyebilmek, sesimin üstüne binerek göklere yükselmek... bundan daha tapılası bir güzellik olabilir mi?

Küçük Zenginler... (10 nisan 2009)

Hepiniz anımsayacaksınız! Televizyonda haberlerde izlemiş, internette veya gazetelerde okumuşsunuzdur. Mevsimin ilk eriğinin 90 TL kilo fiyatıyla satışa çıktığı haberlerini duymayan olduğunu sanmıyorum. Bu arada yazımın zamana hizmet etmesini sağlamak için olayın göreceliliğini pekiştirmek açısından şu detayı da vereyim ki; bu erik denen, ağırlıklı olarak tuzla yenen, Papaz ya da Can cinsi en mükemmeli olan meyve, mevsiminde 2-3 TL gibi bir fiyatla satılır, yine belirteyim ki ben bu yazıyı kaleme aldığım yıllarda 300 gr.lık bir ekmek 40 kuruştur, yani 0,4 TL. İşte zamanın birinde bu yazıyı okursanız karşılaştırmayı pek güzel yapabilirsiniz. Oysa şimdi dile getireceğim konu bambaşka!

Benim çocukluğum Yarımca’da geçti. Babamın görevi nedeniyle 4 yaşımdayken gittiğim Yarımca’dan Liseyi bitirdiğimde ayrıldım. Bu zaman dilimi Yarımca’nın beldelikten ilçeliğe deviniminin canlı canlı yaşandığı süredir. Yarımca; dünya sınıflamasında “1” numara olarak nitelendirilen kirazların yetiştiği topraklardır. Ancak; sanayileşme ve köy-kentler yaratma siyasetinin ilk mağdurlarından ve hatta kurbanlarından olup şu an itibariyle meyve konusunda tarihe gömülmüş zavallı bir yerdir. 1970’li yıllarda öyle bugün olduğu gibi çevreciler, dünya dostları, doğal üretim militanları, iklim eylemcileri, Yeşiller falan olmadığından ya da etkileri bugünkü düzeyde bulunmadığından; mahkemelere intikal etmiş bir durdurma faaliyeti, eylem, gösteri gibi sivil refleksler yaşanmadığından, kirazları ve kirazın kardeşi erikleri yok olmuş, günümüzde sadece birkaç evin bahçesinde yaşamlarına devam edebilmektedirler. İşte bu bahçeler, biz ailecek Yarımca’da yaşarken dört yanımızı sarmaktaydı. Bugün 100 metrekaresi bulunabilse müze haline getirilebilir, günümüzün ve 10 yıl sonrasının kuşaklarına gezdirilebilir. O derece muhteşem o derece cennettendi. Her neyse konumuza geri dönelim.

Kısa bir İstanbul güncesi... (4 nisan 2009)

2008-2009 kış sezonu Nisan ayının ilk günlerine kadar sıra dışı boyutta yağmurlu geçtiğinden, sıkılmış olan ruhlarımız son iki üç gündür parçalı bulutlu havayı görünce artık dayanamadı ve bu Cumartesi günü, sabah güneşe uyanınca kanımız kaynadı, annemle beraber kendimizi sokağa attık. Poyrazın delici soğuğunda yakalarımızı kaldırarak da olsa yürüyecek ve birlikte; Kapalıçarşı, Mahmutpaşa ve Mısır Çarşısı güzergahında gezinecek, eskiyi, eskinin günümüze yarım yamalak ulaşmış değerleri konusunda bünyemizi tazeleyecektik.

Yılın her mevsiminde özellikle de sonbahar ve ilkbaharda mutlaka annemle bu geziyi yaparız. Gençliğinin tamamı bu semtlerde cirit atarak geçtiğinden, Kapalıçarşı’yı avucunun içi gibi bilir, benim hala çözemediğim bu labirentte mükemmel rehberlik eder. Ben de uyanıklık ederek, her mevsimin açılışını kendisiyle yapmayı tercih ederim. Kadıköy’de oturmanın sağladığı en büyük avantajlardan biri olan “vapurla Eminönü’ne geçmek” ilk adımımızdır ve bu gezinin keyifle başlamasının başta gelen şıkkıdır. Bugün de öyle yaptık. Saat 11.50 vapuru ile karşıya geçtik, oradan tramvaya bindik ve Çemberlitaş’ta indik. Kapalı Çarşı’ya Nuruosmaniye Kapısından girmek üzere yolları adımlamaya başladık.

Bu yolda mutlaka yaptığımız işlerden biri ve ilki, ailemizin belki de 70 yıllık kuyumcusuna uğramaktır. Değerli taşların görüntüleri, içimizi aydınlatan parıltıları, kadınlara verdiği büyük hazzı tattıktan sonra devam etmek gezinin önemli detaylarındandır. Bugün de aynen böyle yaptık. Ardından Kapalı Çarşı’ya girdik. Sağlı sollu vitrinler, gümüşçüler, kuyumcular, hediyelik eşya satıcıları, şal, atkı, elişi satan yerler, incik-boncukcular derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Her zaman olduğu gibi midemiz açlık sinyallerini vermeye başladı ki, hep yaptığımız gibi HAVUZLU’nun yolunu tuttuk.

Bu kısa şehir gezisinin en önemli ikinci durağı HAVUZLU Lokantasıdır. Yarım asırdan fazladır Kapalı Çarşı’da hizmet veren bu lokantada yemezsek ogün işimiz rast gitmez. Saat 13.30 civarı lokantaya girdik, hemen yemeklerin olduğu vitrine yaklaştık. Yine bizim için gelenekleşmiş eylem; Havuzlu’da bamya yemektir. Bamya kalmış mı, yoksa bitmiş mi diye heyecanla baktığımız camın arkasında, gözlerimiz müjdeyle buluştu. Bamya vardı ve onu bir kenara koyduk, ardından yenecek ana yemeği seçmek gerekiyordu. Annem hünkar beğendi ve kuzu eti, ben de sebzeli tavuk dolma yemeği tercih ettim. Garson siparişlerimizi alıp bizi masamıza götürdü, bamyalar geldi. Yıllardır hiç değişmediği şekilde lezzetli ve mükemmeldi, ardından aynı değişmez lezzeti ile et yemeklerimiz geldi. Afiyetle yedik. Annem şeker hastası, ben de tatlılarla ilişkimi en aza indirdiğimden ve aslında ağzımın tadı çok iyi olduğundan devam etmedik, hesabımızı ödeyip kalktık.

Gelenekleşmiş adımlardan üçüncüsü, Mahmutpaşa’dan aşağı inmek, Kürkçü Han’a uğramak, Hürriyet Pasajı’na bir girip çıkmaktı. Bugün Kalabalık nedeniyle Hürriyet Pasajı’nı devreden çıkarttık ve Kürkçü Han’a girdik, bazı dikiş malzemeleri satın alarak yolumuza devam edip Mısır Çarşısına ulaşabildik.

Dördüncü adım Mısır Çarşısı. Çarşıya girdiğimizde mis kokulu bir hava soluğumuzu kesti. Baharat ve ot kokuları karşısında insan bayılacak gibi oluyor. Sağlı sollu kuruyemişçiler, tezgahlardaki lokumlar, helvalar, pestiller... fındıklı, fıstıklı meyve dönerleri, o arada hediyelik eşya dükkanları, gümüşcü ve kuyumcular, rengarenk vitrinler, rengarenk tezgahlar, ışıl ışıl mekanlar. Yolun sonunu bu renk cümbüşüne bırakmak yorgunluğumuzu azaltması açısından mükemmel oldu. Her ne kadar şeker ile ilişkimizi bitirsek de dayanamayıp, çifte kavrulmuş fıstıklı lokum aldık, paketi alır almaz da birer tane yiyiverdik. Mısır Çarşısı’nın dışına çıktığımızda ise şarküterilere uğradık, peynir, zeytin gibi temel kahvaltılıklardan satın aldık. Bu da yine annemin çocukluğundan kala gelmiş, ona geçmişi yaşatan en önemli şeylerden biridir - Bu bölgede kahvaltılık alışverişini yapmak - Ben zaten bu nostaljiyi yaşamaya dünden hazır olan, eskiye düşkünlüğümden dolayı ortalığa küf kokusu yayan biri olduğumdan keyfimin doruklarında paketleri seve seve taşıdım.

Eh artık günün sonu gelmişti. Gün daha devam etse bile bizim enerjimiz bitmişti. Aheste aheste iskeleye yürüdük, Kadıköy Vapuruna bindik ve akşamüzeri evimize döndük. Bugünlük bize bu kadarı yetmişti. Parklar, bahçeler lalelerle dolu iken, güneş henüz içimizi ısıtmasa da gözümüze nur katarken bir kere daha İstanbul’un güzelliğinin yaşamış olduk.
Bu gezinin bir başka türevinde genelde de yazın, güzergahımıza Sultan Ahmet ve civarını eklemekteyiz ama şimdi oldukça yorgun, mutlu ve tatlı tatlı pembeyiz. Tüm sevdiklerimize de öneririz.

Az kaldı - bitecek (24 mart 2009)

Biliyor musunuz bu yıl seçimler Mart 29 da yapılıyor diye çok seviniyorum. Artık iğrendiğim bu süreçten güzelim bahar ayları fazla etkilenmeyecek diye. Ya bu seçimler Nisan sonu ya da Mayıs ortası olsaydı? Baharı kısacık yaşayan güzel şehrim İstanbul’un bize lütfettiği azıcık zaman, bu pis sürecin gölgesinde ziyan olup gidecekti.

Şükürler olsun ki; yavru kediler sokaklara dökülmeden, bizim kumrular yumurtlamadan, erguvanlar açmadan ve kiraz ağaçları henüz çiçeklenmeden önce - sinir bozucu adamlardan, sokakları çöplüğe çeviren bayrak, broşür, konfeti ve bilumum kağıt atıklardan, sağda solda ve dahi daracık sokaklarda cirit atan dev otobüslerden, kulakları sağır eden uyuz şarkı ve türkülerden 30 Mart itibariyle kurtuluyoruz.

Biraz saçmalayalım... (2 mart 2009)

Son yıllarda fazlasıyla üst üste yaşadığımız ama bence temeli geçtiğimiz yüzyıla dayalı ve uzunca zamandır devam eden ekonomik buhran konusunda biraz saçmalamak istiyorum. Aslında, şu halihazırda içinde bulunduğumuz ekonomik buhran değil bahsettiğim, bunu sadece bir araç, bir model ya da bahane olarak kullanacağım.

Bildiğim şeyler ve zehir zemberek çalışan mantığım sayesinde bazı çıkarımlarım var, sözlerim tamamen kendi icadım olacak.

Şimdi evrende hiçbir şey yoktan var olamaz. Bunu biliyoruz. Yine yoktan var olamayacağı gibi varken de yok olamaz. Peki ne olur. Değişir ya da dönüşür. Bir şey yok olmuşsa başka bir şeye dönüşmüştür, ya da değişmiştir. Gerçi sanallaşmış unsurlar da var bu detayda ama, şimdilik bunu bir kenara bırakalım derim.

Okyanusta sinek olmak... (14 şubat 2009)

Yıllardır dil döker dururum, anlatabildiğim kadarıyla sonuna dek açıklamaya çabalarım, olanaklar ölçüsünde kendi yaşamımda da uygulamaya çalışırım. Daha temiz bir dünya, daha sağlıklı bir yaşam, daha güzel ve müdahalesiz bir doğal yaşam için. Kaynakların kullanımında son derece cimri davranır, tek damla su boşa harcanmasın diye debelenir, apartman sakinlerinin kapılarını çalar, evlerinden gelen su sesinin hesabını sorar, bozuk tesisatlarının tamiri için uyarırım. Yemekte arkadaşlarımın tabaklarına müdahale eder, yemeyecekleri, çöpe gönderecekleri, sadece açgözlülükleri nedeniyle tabaklarına doldurdukları yığınla şey için onlara kızar, bir güzel de azarlarım. Misafir geleceği zaman gereksiz ve sürüyle hazırlık yapan annem de bundan payını alır, kadıncağız benim yüzümden mutfağında özgür yaşamını sürdüremez.  Yenmeyen, artan yiyecekler temiz temiz ayrıştırılıp güzelce paketlenir tarafımdan ve sokağımızın kenarındaki bahçe teline güzelce asılır. Sokak toplayıcıları bunları alırlar ve ben pencereden bakarken paketleri açıp afiyetle yerler. Bayat ekmek diye bir tabir bizim yaşamımızdan çıkmıştır, ekmeği taze-bayat diye faşistçe ayırmaz, eşit muamele ederiz.

Memleketime mektubum var... (4 şubat 2009)

Sana uğurlar olsun benim güzel MEMLEKETİM. Taşına toprağına kurban olduğum ÜLKEM, Öldüğümde toprağına karışmak için seçtiğim YURDUM, her şeyim. Canımı feda etmekte tek dakika düşünmeyeceğim, beni kovsalar bile asla tercihimin farklı olmadığı, tüm yoksulluğuna ve yoksunluğuna rağmen yaşam savaşını verdiğim ve vermeye devam edeceğim EVİM.

Bahçem, ırmağım, ormanım. Denizim, dağlarım, çakıl taşlarım. Mis kokan otlarım, kirlenmiş sularım, zehirlenmiş havam ve yok olan yaşamım. Buhranlarım, işsizlerim, aşsızlarım, çamurlu yollarım, karayollarında helak olan canlarım. Olsun, yine de her şeyim. Asla vazgeçmeyeceğim; anam, babam, doğmamış evladım, sevdiğim. MEMLEKETİM. Aldığım her nefeste mutlu olabildiğim, gittiğim her yerden özlem ve aşkla döndüğüm o güzel ülkem.

Mamullerimizde Domuz Yağı (16 ocak 2009)

Mamullerimizin içeriğinde hiçbir şekilde domuz yağı ve alkol yoktur.

E peki öyleyse... sağ olun... gönlümüz ferah, içimiz rahat afiyetle yiyebiliriz. Yılların etiket içeriği olan bu aşina cümlenin son yıllarda geldiği hal böyle, olaya alkol de eklendi ve domuz yağı (ya da eti) ile alkol içermeyen gıdalarımızla sonsuza kadar sağlıklı ve tertemiz bir mümin olarak yaşayabileceğiz. Allah razı olsun.

Mamullerimiz; hazır çorbalar, bisküvi, kek, gofret türü yiyecekler, ekmekler, makarnalar, kurabiyeler, pirinç, mısır, un ve diğerleri...

Sıfır Adet (16 ocak 2009)

Seksenli yılların sonundayız ve daha çok da doksanlar diyelim. Bazı şeyler yeni yeni yaşamımıza girmeye, etkilerini yeni yeni göstermeye başlıyor. Toplumumuzun o güne kadar uzağında kaldığı ve belki de hiç bilmediği şeylerle yüzleşiyoruz. Büyük değişimin ilk aşamaları; özünde zehirli, tadında ise ballı ballı sarıyor neslimizi.

O yılların yeni mezunlarıyız ve iş bulmak o günlerde de mucize olmasına rağmen umutluyuz. Türkiye’de üniversitelere elinde kitapla ya da gazete ile girilmediği yıllarda okumuş, liseli gibi gayet inek bir şekilde derslerimizi başarıyla tamamlamış, tamamen kendimiz için meslek sahibi olmuş ve aklımız Amerika’da yüksek lisans yapmak modasına takılı kalarak ve biraz da bu olanağı yaratamamış olmanın kompleksi ile hayatın ortasına savrulmuşuz. Devir Turgut Özal devri. Ülkede yokların VAR olduğu, ithal malların DAĞ olduğu, renkli, süslü, şatafatlı yaşamların GERÇEK olduğu sanal bir dönemdeyiz. Bir masal ülke olup lüks ve tüketimin uyuşturucu gibi bağımlılık yaptığı ve o temiz toplumu zehirlenmeye başladığı yıllarda, yeni, yepyeni GENÇ neslin bir ferdiyiz.

Yazmaya oturmak istemiyorum (7 ocak 2009)

Yazmaya oturmak istemiyorum. İstemiyorum çünkü ne kadar kendimi uzaklaştırsam da kederden, gamdan, dertten -  yine de olmuyor yürek ezikliğinden başımı alamıyorum. Bunları yazmak istemiyorum.

Kalemimden yaş damlıyor, mürekkebim dağılıp kağıdımda pis bir leke gibi duruyor tüm yazdıklarım. O pislik; insan olmanın bana yaşattığı pislik, insan olmaktan utanmanın şekillendiği bir leke, bir kirlilik. Evet insanlığımdan utanıyorum. Çocukları öldürmekten utanmayan insanlık, masumları kana boğmaktan yılmayan onursuz insanlık, para için savaş çıkartmaktan bıkmayan insanlık, dinleri kullanıp sayısız vahşeti kılı kıpırdamadan izleyebilen insanlık, mazlumken kendine acındıran ve yıllar boyu taraf topladıktan sonra, güç eline geçince kendine yapılanların bin katını yapan insanlık. Utanılan insanlık, utandığım o insanlık.

29 Şubat (29 şubat 2012)

Sırf bugün Şubat’ın 29’u diye yazdım seni YAZI. Dört yılda bir başıma geleceksin ve belki dört yıl sonra geldiğinde beni bulamayacaksın. Kim bilir belki de hiçbirimiz seni  bir daha göremeyeceğiz. Belli mi olur?
Dört yıl önce; 2008’in Şubat’ında ne yaptığımı düşündüm az önce. Kitabımı yazmaya başlamıştım bir ay öncesinde ve var gücümle devam ediyordum yazmaya. Geri dönüşlerle hatırlamaya çalışıyordum 400 günümü. O zaman facebook yoktu, vardı da benim hayatıma girmemişti. Bir güncem de yoktu. Meğer ne zormuş dedim hayatı listelemek. Faturalardan biletlere, takvime yazılmış iki üç harften, telefon mesajlarına kadar didik didik etmiştim her şeyi, uçan kuştan medet ummuş, sardunyalarıma sormuştum bazı şeyleri. 
2008’de Şubat’ın 29 çekeceğini farkında mıydım? İşte onu hatırlamıyorum. Özel bir yıldı ama önemsemişim herhalde.
Şubat’ı 29 çeken, benim 40’ladığım, çalışma yaşamımı sonladığım, Antalya’nın günlük yaşamına en son kere gittiğim, saçlarımın son kez çok uzun olduğu ve hayatımın her anını geçirmek istediğim Bozcaada’yı son defa gördüğüm bir yıldı 2008. Şimdi düşününce ilginç buldum YAZI! Bu kitap işi hafızamı çok güzel eğitmiş onu anladım. Geriye odaklanmak bir keyifmiş, şimdi tattım.
Bugün ise Şubat’ı özel 2012’deyim. 2012’nin ise hiç özelliği yok benim için. 29 Şubat’ının da. Bilmiyorum belki dört yıl sonra. Yaşar da kalırsam burada, yazacak şeyler bulurum onun da hakkında.
Şimdilik hoşçakal  YAZI.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Seni Daima Seveceğiz Whitney (12 şubat 2012)

1992 yılında Bodyguard filmini izlerken Whitney’in “I will always love you” yu söylediği bölümde, sinema perdesine kilitlenmiştim. Kamera Whitney’in ağzının içine zumlanmıştı ve içerideki dil, küçük dil ve gırtlak hareketleri ayrıntılarıyla izlenebiliyordu. İnanılmazdı. O an anladım Tanrı’nın bazı insanları farklı yarattığını. Tüm anatomik yapı bu ses ve bu söyleyiş için tasarlanmıştı, açıkça görülüyordu. Kendimi düşündüm ve dünya ikiye yarılsa bu sesleri çıkartamayacağımı gördüm.  Whitney, dünyaca ünlü ses Dionne Warwick’in de yeğeniydi, ortada genetik bir mükemmellik söz konusuydu.

O güzel insan, daha onlarca yıl sesiyle bizi uçuracak bu büyük yetenek dün gece hayattan ayrıldı. Son görüntülerinde yaşadığı mutsuzluk, deformasyon açıkça görülüyordu. Uyuşturucu pençesinde geçmiş gençlik, yetişkinlik maalesef olgunluk çağına varmasını engellemişti. Neydi bu kadar mutsuz kılan bu güzel kadını. Neyi çözememiş ve daha neler istemişti yaşamdan. Sevmediği neydi, onun boşlukları neydi ki; alkol ve uyuşturucudan kurtaramamıştı kendini. İskelet gibi bir vücut, bulanık bakan gözler, ne söylediği anlaşılmayan bir konuşma. Zevksiz, ruhsuz, yürüyen bir kefen gibiydi sanki.

Şarkı söylemeye çalışan her aceminin diline doladığı ve bir çeşit kendini ispat etme prosedürü olan “I will always love you” en güzel onun gırtlağından çıkmıştı. 50 yıllık bu şarkı Whitney’in simgesiydi adeta.  Aşk için söylenmiş sözler ve kuvvetli müzik hep kulaklarımızda çınlayacak. 12 Şubat 2012 günü öksüz kalmıştır 14 Şubat ve AŞK. Çok yazık!

Geçmiş mutluluklar... (20 aralık 2008)

Bir süredir oldukça dingin bir yaşam boyutundayım. Son yıllarımın her gününü öylesine dertlenerek geçirmeye başlamıştım ki kalbim ve ruhum huzursuzluktan kendini kurtaramıyordu. Birden sanki kafama taş düştü ve kendime geldim. Aslında düşen taş değildi, 40 yıllık yaşamımın geriye gidişlerini somutlaştırarak yaşadıklarımı yeniden tatma girişimleriydi. Frenklerin nostalji dediği şeyin insana mutluluk verdiğini işte bu süreçte algılayabildim. Nostalji; yaşayabiliyorsan dünyanın en güzel şeyi.

Günümüzün yani iletişim çağının bize kazandırdığı en önemli olay; ulaşılabilirlilik ya da erişebilirlilik. Bu kolaylık sayesinde bebekliğinize kadar tüm geçmişinize, kayıtlarınıza, değip geçtiğiniz her omuza, yüze ve ele bir şekilde varabiliyorsunuz. Ben teknoloji düşmanı sayılabilecek bir anlayışın temsilcisi olmama rağmen burada kendimle çelişiyor ve yelkenleri suya indirerek araçları en iyi şekilde kullanıyorum. Hani kökten dinci, yobazların dinin karşı çıktığı her türlü tezgahın başından ayrılmamaları ve dibine kadar kullanmaları gibi.

Uzun, zayıf ve siyah derili Adam. (10 kasım 2008)

Sonunda ABD seçimleri yapıldı ve aylardır üstüne müşterek bahisler oynanan kara derili adam başkan oldu.

Seçimi demokratlar kazandı. ABD’nin demokratları.

İyi de bu sonuçtan çok memnun olmak ya da tamamen üzüntü duymak bizim gibi üçüncü dünya ülkelerine göre değil. ABD’nin demokratı bize değil “kendine demokrattır”. Yıllardır tecrübeyle sabittir ki sonuç hiç değişmez. Bir muhafazakarlar gelir iktidara, bir demokratlar. Sırayla yaparlar bu işi – ki; Muhafazakarlar zamanında iyice gerilen ve patlama noktasına gelen geniş kitleler bir dönem nefes alırlar; esasında birazcık da uyutulurlar. Sonra ABD; muhafazakarlar döneminde yitirdiği tüm puanları Demokratları başa getirerek tekrar toplar ve yine sempati kazanmaya başlar. Umutlar yeşerir, barışçı ve sevgi dolu söylemler dile getirilir. Çevreye daha duyarlı, Savaş karşıtı politikalar üretir gibi görünür. Ama sonunda, yani sekiz yılın sonunda, hop muhafazakarların kucağına – herşey sıfırdan başlar, tüm iyi nitelikli kazanımlar yok olur gider. Perde kapanır, sahne sona erer, biz izleyiciler gerçek dünyaya geri döneriz.

Düz Mantık. (15 ekim 2008)

Yine bir ekonomik buhran ile yüz yüzeyiz. Bu kez olayın tam bir çöküntü olduğu ve sadece Türkiye değil tüm dünyayı kasıp kavuracağı söyleniyor. Hatta buhran küresel olup dalgalar Türkiye’ye vuruyor. Bir panik, bir endişe, bir telaş. Ortalık toz duman.

Yaklaşık on gündür bu toz duman arasından gözlemlemeye çabalıyorum. Ne de olsa perçinli bir neslin elemanıyım. 1991 den beri her türlü ekonomik buhranı bir şekilde atlatmış, tecrübesi dağa vurmuş ama hala genç kuşağın temsilcisi olmayı sürdüren tam bir kaşarım. Bedenim bu depremlerin çizikleri ile dolu, kısacası ekonomik bunalımların façaları saç diplerimde imza gibi gururla duruyorlar.

Aslında tam da başbakanımızın dediği gibi ortada abartılacak fazla bir şey yok. Şimdi beni eleştirin, kızın ve hatta saçmaladığımı düşünün ama gerçekten sanıldığı gibi bir şey yok. Hatta başbakanımızın dediği gibi “kriz yok”, “kriz söylentisi var”. Evet aynen böyle, ben de bunu savunuyorum. Çünkü mantık ortada, gayet basit. Hadi bakalım şimdi:

Ne şanssız bir nesiliz.. (9 ekim 2008)

Ne şanssız bir nesiliz biz hem de ne şanssız. Babalarımız gibi II.Dünya Savaşı’na denk gelip de karneli ekmeğe talim etmedik. Dut yaprağı yiyip üzümle çay içmedik. AMA açız hem de feci açız.

İstanbul’dan Ankara’ya bir günde gitmiyoruz 50 yıl öncesindeki gibi. AMA şimdi giderken ölüyoruz, sağ varabilmemiz mucize, yollarda biçiliyoruz.

Okullarımız var sürüyle, üniversitelerimiz var iki adım ötemizde. AMA bilim insanlarımız çıkmıyor artık. Ondalıklı sayıları çarpamayıp, tek bir edebiyat klasiğini bilmiyoruz.

İşimize gittiğimiz servisler var, plazalar var göklerboyu, pırıl pırıl masalarımız, şık koltuklarımız, telefonlarımız ve çeşit çeşit takım elbiselerimiz.  AMA işsiziz. Çalışsak bile her an işsiz kalabiliriz.

İstekler (8 ekim 2008)

İstek ve beklentilerimize güvenmemek gerekiyor bunu yeni anladım. Hatta şu an satırları gülerek yazıyorum.

Dışarıda pırıl pırıl bir güneş ve uçsuz bucaksız plajın ardında sonsuz mavi, çarşaf gibi bir deniz; hava ise nefis. Ben ise tatildeyim ama şu an canım denize parmağımı bile sokmak istemiyor. Anladım ki imajlar yani görüntüler insana yetiyor; yaza veda ederken son günlerin fırsat verdiği o birkaç günde beynimize kaydedilmiş imaj illaki deniz, güneş ve kumu öyle bir dayatmış ki; canımın esas neyi çektiğini şimdi anlayabildim ya da fark ettim. Kurban olmuşum gerçekten ve yeni anladım. Ne üzücü geldi bana inanamazsınız.

Çakıl Taşlarını Beklerken (22 eylül 2008)

Yıllar önce Marmara ve Kuzey Ege’nin adalarında dolaşırken ve tüm ruhumu doğal güzelliklerin ihtişamına adamışken; aldığım nefesi, denizin kokusunu, mevsimin aykırılığını ve insan eli değmemişliğin, dokunulmamışlığın temiz yüzünü yanımda taşıyabilmek için, sabırla tek tek toplamıştım renkli çakıl taşlarını. Saatler harcamıştım ama sadece küçük el çantamı doldurabilmiştim.

Eve geldiğimde hepsini masanın üstüne boşaltmış, ailecek, camdan giren güneşin bu taşların gözeneklerinde oluşturduğu pırıltıları izlemiş, renklerin mükemmel uyumuna hayranlıkla bakmıştık. Sahillerde anlaşılamayan bu güzellik, bizim yemek masamızda şaha kalkmıştı. Çıldırasıya bir zevkle hepsine dokunmuş, seyretmiş, incelemiş ve üzerinde hiçbir desen olmayan dümdüz parlak camdan ibaret vazomuza doldurmuştuk onları. O vazo yıllardır hala bir kutsal emanet gibi vitrinimizde durur.

Sahibinden Satılık 5.Vites (11 eyll 2008)

Yazmak istemiyorum ve aslında hiç yazmayacaktım. Yıllar sonra belki elime geçer de “neler yaşamışızı” hatırlamama yardımcı olur diye yazmaya karar verdim.

Bir yol öyküsü bu. Trajikomik bir yol öyküsü.

Tam onbirbuçuk yıl boyunca haftanın her iş günü gidip geldiğim yolu dün (10.9.2008) tamamen bir turist gibi, özel arabamla kat ettim. İki yıl aradan sonra ilk kez Kadıköy’den çıkıp Büyükçekmece’ye kadar gittim. Toplam mesafe 63km idi.

Ölü bir saatte çıktığım için tercihimi Boğaziçi Köprüsü’nden yana kullandım ve çevreyoluna Altunizade’den girdim. Yoncayı döndüm trafiğin göbeğine düştüm. Önce yadırgadım saat 10:30 da bu nasıl bir trafikti böyle, herhalde ileride küçük bir kaza var ve birazdan açılır diye kendimi teselli ettim.

Haydi millet – israfa (5 eylül 2008)

Oh be... sonunda onbir ayın hamalı geldi. Artık israfı tavana vurdurup, manyaklar gibi yiyebiliriz, artık bunca günahı peşimize takmışken 30 güne sıkıştırılmış ibadetlerimizle Allah’ı kandırabiliriz. Başımızı örter huşu içinde orucumuzu tutar, bir de üstüne teravih namazlarında arz-ı endam edebiliriz. Yanları olmayan bikinilerimizle 3 gün önce plajlarda salınırken şimdi eteğimizin altına şalvarı çekip camilerimize gidebiliriz. Erkeklerimiz rakıyı bir ay için bırakıp, sigara tellendirmeden gününü geçirebilir, Cuma namazlarını ise bu dört haftalık zaman diliminde tüm bir yıla ithaf ederek kılabilirler.

Yahu kim tutar bizi, tutan olabilir mi? Boy gösteren gösterene, kime ne!

Yuh olsun. Din ve inanç hiç bu kadar yozlaşmamıştı. Ne mutlu bana ki bu sahtekarlık ritüelinin dışında yaşayabiliyor ve bu madrabazlığı uzaktan izleyip, çözümleyebiliyorum. Din işi de akıl sahibi insanların işi, dünyevi çözümlemeleri yapamayan, cahil cühelanın hiç işi değil(miş). Herşeyi bir yana bırakıyorum da, şu Ramazan ayında yapılan ve günahların en büyüğü olan israfa hiç dayanamıyorum.

Yanıyoruz... da ne oluyor sanki (9 ağustos 2008)

Yaz aylarının en sıcak dönemleri Batı Anadolu ve Akdeniz’de ciddi orman yangınlarını da beraberinde getirir. Heryıl dekarlarca ormanlık alan kül olur gider, tepeler siyaha bürünür. Çanakkale-Gelibolu dolayları da bu sabıkalı havza ile yarış halindedir. Cayır cayır yanar bir şekilde heryıl. Hayvanlar telef olur, sivil halktan ölen ya da yaralananlar olur, yangın şehitlerimiz bile vardır heryıla yazılmış. Adlarına hatıra ormanları teşekkül etmiş ve nicesine yollarboyu seyahatlerimizde rastlamışlığımız olmuştur.

Ne yapalım? Ne yapalım biz bu yangınlara. Üzülüp kahrolalım, başka çaremiz yok. Yangın söndürme uçağı sayısı Yunanistan’ın ondabiri bile olmayan, yüzölçümü ve nüfusu ile aptalca gurur duyan Sevgili Türkiye’mizin, burada yaşayan rezil halkı olarak üzülelim, kahrolalım, ağlayıp zırlayalım.

İdam’ı sorgulamak... (5 ağustos 2008)

Birkaç gündür idam cezasını yeniden sorgulamaya başladım. Kendimden utandım ama;  çaresiz bir şekilde sorguluyorum elimde değil. “Acaba” lar zihnimde uçuşuyor “Keşke” ler beynimde son sürat geziniyor.

Acaba yeniden yürürlüğe giremez mi?

Keşke kaldırılmasa mıydı?

Vallahi yazarken bile ellerim titredi. İdam bir cinayet(di) benim gözümde, ne olursa olsun kimse idam edilemez(di). Peki bu cezayı gerektiren suçların yorumunda ne fark var. O suçları işleyenler hak etmiyorlar mı benzer karşılığı? Yanıtım EVET’e doğru hızla kayıyor ne yazık ki.

12 Şubat 2012 Pazar

1993 (2 temmuz 2008)

1993

93 yılına dönmek istedim bugün... Yaz aylarındayız ya... 93’ü hatırladım. Benim için güzel bir yazın ve yaşın yılı olan 1993’ü. O yılın stadyum konserleri fırtınası bizim jenerasyonu esir almıştı. Mayıs ayı büyük bir heyecanla Gun’s & Roses Konserine hazırlanmıştık tüm arkadaşlarla. Genç yüreklerimiz için en mutlu edici, en prestijli şeylerden biriydi nedense. Gun’s & Roses ise o yılların en iyi metal gruplarından biriydi Heavy- Slow müziğin en iyi örneklerini piyasaya sürmüş, bugün şarkıları klasikleşmiş bu efsane grubu gözlerimizle görecek, canlı performanslarını izleyebilecektik. Biletler günler öncesinden alınmış maaşlarımızın %10’u gibi bir meblağ olan tutarı gözümüzü kırpmadan ödemiştik. Gençtik, hayat doluyduk ve Türkiye’de ilk örnekleri yaşanmaya başlayan konserler zincirinden dolayı ise pek memnunduk.


Çalıştığımız için konsere iş çıkışı gidecektik. Konsere giderken giyeceğimiz kıyafetleri sabah yanımızda getirmiştik. Akşam resmi kıyafetleri çıkartıp da bir hard-rock konserine uygun kılıklarımıza bürününce, büyük rüyanın gerçek olduğuna işte o zaman inanıvermiştik. Hayatımın en tatlı zamanlarındandır bu konser. Büyük bir zevk ve neşeyle konser anını yaşamış, mutluluktan uçarak o gece evlerimize dönmüştük. 16 Mayıs 1993 mutlu ve güzel bir gündü benim yaşamımda.

Mayıs ayının son haftası Şeker Bayramı idi. Bir haftalık birleşik tatil 1993 yazının en elverişli dönemlerinden biri olarak da kayıtlara girmişti. O bayram en yakın arkadaşımla beraber Bodrum’da tatile gitmiştik. İki kız arkadaş ve Bodrum. Yine o çok genç yüreklerimiz sevinçle, mutlulukla pır pır ediyordu. Biz hayatımızın ilk özgür tatilini, o yaz arkadaşımla beraber yapmıştık. Yıllarboyu anılarımızdan silinmeyen o tatil 1993’e dönmek isteyişimin anahtarı olan unsurlardan biridir. Henüz bir köy olan Gölköy’deki son derece güzel ve sakin pansiyonda tam bir hafta geçirmiştik. Otlu gözlemeler yemiş, Bodrum’dan sabah güneş doğarken Gölköy’e dönmüş, uyumak yerine kendimizi denize atmış, en önemlisi kıyının hayli uzağındaki köy kahvesinde karşılaştığımız Arif Damar ile uzun uzun sohbetler etmiş ve hayatımızın en mükemmel dinlencesini yaşamıştık. 1993’e damgasını vuran meşhur Karya Prensesini Bodrum Müzesinde o tatilde ziyaret etmiştik. Döndükten sonra günlerce anılarımızı tazelemek üzere günde iki seans telefon görüşmeleri yapmış, bal tadındaki izlerin üzerimizden silinmemesi için var gücümüzle çabalamıştık.

1993 yazı işte böyle güzel ve mutlu başlamıştı gencecik yüreklerimizde.

Ama herşey 2 Temmuz Cuma günü kara bir dumanla yok olup gitti. O zamanlar şimdiki gibi capa canlı saatlerce yayın yapan çeşit çeşit televizyon kanalları yoktu ama yine de günün koşulları “anında haberciliğe” gayet uygundu ve biz; ne olduğu da tam anlaşılmayan acı bir haberle irkilmiştik. Aslında tam da anlaşılamamıştı ne olduğu. Sivas yanıyordu, insanlar yanıyordu...  Evet yanıyordu ama nasıl? Niye? Kim yakmıştı?  Nasıl engel olunamıyordu? O insanlar nasıl kurtarılamıyordu? NEDEN?

Madımak  Oteli yanıyordu. Niye? Niçin? Kim? Nasıl engel olunamıyordu?  Niye yanıyordu Sivas? NEDEN?

Otelde Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a davet edilen müzisyen, yazar ve sanatçılar bulunuyordu ama yakılıyorlardı, Niye? Niçin? Kim? NEDEN?

Özellikle mi yakılıyorlar, özellikle mi yardım eli uzanmıyordu. İyi de niye niçin, kim ve NEDEN?

Sonuçta iletişim ve ulaşımın 1993’ünde ne bir haber, ne bir erişim, ne bir kurtarma, ne de engelleme... sonuç 37 (2.si yakıcılardan) yanmış insan vücudu.  Kısacası 1993’ün yazının 2 Temmuz’unda insanlar; Sivas’ta kendi kaderlerine terk edildiler. O yaz bir kıyıma göz yumuldu.  Bilerek ve isteyerek insanlar öldürüldü.

Niye, Niçin, Nasıl, Kim NEDEN?

Bu soruların yanıtı yok. Bugün o katliamın sanıkları elini kolunu sallayarak geziyor. Kimi yurtdışında refah içinde yaşıyor, kimi belediye başkanı, kimi siyasetçi, kimi polis, kimi memur. Ama asla mahkum değil. İnsan yakan taş yürekli canavarlar bugün huzur içinde eşleri ve evlatlarıyla yaşıyor. Kendi evlatları yaşarken başkalarının yavrularını diri diri yakan bu cellatlar aramızda fır fır geziyor. Belki de aynı kurgularla bizim de etrafımızda geziniyor.

Gelinen nokta şu ki; bir daha böyle vahşetlerin tekrarlanmaması için hiçbir şey yapılmamış... konu öylece bırakılmış, kapatılmış, üstüne beton dökülmüş. 1993 bizim heyecan dolu genç yüreklerimizin üzüntü, keder ve dehşetle tahrip olduğu yıl olarak da yaşam kaydıma geçmiştir.

Kaygılıyım, dertliyim, güvenmiyorum. Böylesine ihmal edilmiş, böylesine önemsenmeyen, böylesi basite alınan bu olay karşısında gerçekten çok kederliyim.

Yakın bir tarih, bir katliam,
Yanan insanlar,
Sayı 37 ya da 37000 hiç fark etmez,
Bir insanlık vahşeti ve tepkisizlik.

Bu insani bir tepkisizlik değil, bu “resmi” bir tepkisizlik, “hukuksal”  bir tepkisizlik, “örgütlü” bir tepkisizlik...

Ve BUGÜN – 2008.

Emin olun tekrarı farklı bahanelerle ve farklı mizansenler için aynı olay her an olabilir. Her an hepimiz bu tip bir odaktan beslenen vahşetle yüzyüze gelebiliriz. Kurşuna dizilir ya da yakılabiliriz. Biz ne yazık ki tam 15 yıl önce 35 insancığı diri diri yakmış bir toplumun fertleriyiz. Mağdur tarafta da olsak bu suç, bu utanç hepimizin. Ve artık kendimize gelelim.

SAKSI

Elimde demin
Küçük bir saksı vardı
Boş bir saksı

Nasıl ağırmış meğer
Nasıl kolum ağrıyor
Boş
Bomboş
Çiçeksiz bir saksı
                        Arif DAMAR

2 temmuz 2008 - zs


Hayalet Binalar (16 temmuz 2008)

Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı süreç hayalet binalar tarafından kuşatılmışlığı beraberinde getirdi. Çok uzun zamandır yolum düşmemişti ve bir vesile İzmit’e otobüs ile gitmem gerekti. Otobüs ile yolculuğu severim çünkü sürekli dışarıya bakabilir, etrafı izleyip herşeyi görür ve idrak ederbilirsiniz. Araba kullanırken buna pek imkan olmuyor.
İzmit yolu yıllarca sürekli kat ettiğim ve her 100 metresindeki detayları çok iyi bildiğim, değişimi rahatlıkla çözümleyebileceğim bir güzergahtır. En sevdiğim yerlerden biri olan Hereke’ye geldiğimizde kod olarak epeyce yüksekte olan otoyoldan kuşbakışı heryere hakim oldum. Yıllar sonra.
Hereke; Körfez sahilinin en güzel coğrafi konumuna sahip yerleşimi. Halısı, balığı ve bir de kumaşları ile meşhur Hereke. Ben 35 yıl önceki halini gayet net hatırlıyorum. Deniz kenarındaki balık lokantaları, eşsiz balık çeşitleriyle o zamanların en nadide sayfiyelerinden biriydi. Bugün o hali ile korunabilse; çuvallarla para ödeyerek gittiğimiz yurtiçi ya da yabancı diyarlardaki yerleri siler atar. Öyle Kaş-Kalkan, Assos vs vız gelir ve vız giderdi ama ne yazık ki sahil; toprak dolguya, deniz ise kirliliğe esir olmuş, özgünlüğünü büyük ölçüde yitirmiş, kof bir büyüme ile katledilmiş halde. Tüm bunlara rağmen çekirdek bölge yukarıdan bakıldığından hala eski görselliğini koruyordu. Tek farkla!

Tanrı, Hak ve Ölüm (1 temmuz 2008)

Ömür herkese farklı biçilmiş bir değer. Kimine kocaman bir armağan gibi verilmiş kimine ise azıcık ve kısacık layık görülmüş. İşte bu noktada bazı hatalar var. Özellikle sanat ve bilim alanında dünya tarihine geçmiş, insanlık adına yararlı ürünler ortaya çıkartmış olağanüstü diye niteleyebileceğimiz insanlar ve yaşamlar için biraz daha bonkör davranılması gerektiğini zaman zaman düşünmüşümdür.  Tabiki hakkaniyet adına bu ayrımı yapmak biraz acımasız bir yaklaşım ama Ben; diğer insanlar daha az yaşasın demiyorum, sadece kategorize ettiğim insanların daha uzun ömürlü olmasını dilerdim, onu anlatmak istiyorum.
Şöyle bir bakalım; uzun yaşamışlara. Tüm yaşamları boyunca üretmiş bu insanlar eğer zamanları bu kadar olmasaydı, insanlık ne çok eserden ve üründen mahrum kalacaktı. Chagall-98, Dali-85, Mimar Sinan-98, Picasso-92, Michelangelo-89, Salieri-75, Einstein-76, Fazıl Hüsnü Dağlarca-95 (hala yaşıyor), Goethe-83 yıl yaşamasaydı bugün geride bıraktıklarının belki yarısı olmayacaktı. Evet başkaları yerine koyabilirdi ama yine de onların bu dünyada uzunca zaman kalmaları ve ölene kadar üretmeleri bence doğanın ya da Tanrı’nın bir lütfu. Kendilerine teşekkür ediyoruz. En başta da Azrail’e teşekkür ediyoruz, kimbilir gizlice torpil yaptı, büyük emri dinlemedi ve onları bizim için yaşattı.

Moda’nın da modası geçiyor galiba. (25 haziran 2008)

Bir ara nereden aklıma takıldıysa derin düşüncelere daldım. Nelerin rüzgarına kapılıp da zamanlar yitirmişiz diye. İnanılmaz sonuçlarla yüzleştim. Hayretler içinde kaldım.
Tarihe şöyle bir göz gezdirdiğimizde, giysilerin, renklerin, saçların, evlerin, müziğin değiştiğini, moda akımlarından etkilendiğini fark edebiliriz. Genelde görsel ve işitsel etkisi olan ve güzel sanatlarla direkt ya da dolaylı yoldan ilgisi olan birçok nesne, unsur vs. yaratıcılığın da tamamlamasıyla değişip yenilenerek ortaya çıkıyor ve kısaca moda dediğimiz akımın çerçevesinde bir şekilde biz de ayak uyduruyoruz. Kaçınılmaz olunca değişim; mücadeleye de gerek duymadan kendimizi ellerine bırakıyoruz. Hoşumuza da gidiyor, değişiklik ruhumuzda yenileşmeyi de beraberinde getiriyor. Peki herşeyde moda olur mu?
Çok düşünmeyin, günümüzde artık oluyor.

Merhaba (24 haziran 2008)

Bu, yıllardır yazılanların üstüne kaleme alınmış bir ilk yazıdır, ilk yazı olmak zorundadır. Kimi şarkı söyler, kimi beste yapar, kimi çenesi kırılana kadar konuşur, kimi arkadaş kovalar ya da telefonda saatler harcar. Ben ne zaman mutluluktan uçsam, neşelensem ya da tersine ne zaman üzülsem, yıkılsam, dibe vursam bütün içimi yazıya dökerim. Bazılarını sonradan okurum, beğenirsem üstünden bir kere daha geçer düzeltirim, bazılarını ise siler giderim.

Bir konu sabitliğim yoktur, olmayacaktır da! Züppece şeyler de olur yazılarımda (incesinden alayımı geçerim), aşırı, çok uç noktalarda ayrıntıları da işlerim. Ama her ne şekilde olursa olsun bencil değildir, insanlar içindir, insanların fikrinde hareket, düşüncesinde ışık yakmaya yöneliktir. Kışkırtsam da okuyanı onlar yine kendi kararlarını kendileri verirler.

Bu sabah erken kalktım. (1 mayıs 2008)

Son haftalarda saat 03.25 gibi uyanıyorum nedense, buna aslında uyanmak değil hortlamak demek daha doğru.

1999 Ağustos’unda da böyle hortladığım bir gece pencereden bakarken, 60 saniyelik depreme yakalanmıştım. Sevmiyorum böyle yerli-yersiz uyanmaları. Sonunda mutlaka bir sevimsizlik oluveriyor.

Bakalım bu defa ne depremine yakalanacağız. Talihsiz ve mutsuz bir olayı çekecek hiç halim yok.

Bir hoşnutsuzluk var çözemediğim.  Yorgunum son zamanlarda, belki de ondandır.

Yaşamı kaçırmamak için. (27 mayıs 2008)

Yaşamı sorgulamak zaman zaman hepimizin yaptığı birşeydir.  Kimiz, neyiz, niçin yaşıyoruz, değiyor mu bu dünyaya? Kime ne yararımız var, üretiyor muyuz, yoksa sadece kendimizi hayatta kılmak için mi birşeyler yapıyor, diğer yaşamlara katkımız olmaksızın ömür geçirip duruyor muyuz? Bunlar böyle uzayıp gider.
Açıkçası ben kendimden ve yakın çevremden başka kimseye yararım dokunmadan yaşamaktan ölesiye nefret eder, bu tip yaşamları gereksiz bulurum. Ben mi? Ben de tamamen bu gereksiz yaşam sürenlerden biriyim, bunu itiraf ediyorum. Yokluğumu hayal ettiğimde dünyanın bir kayba uğramayacağını açık yüreklilikle itiraf edebilirim.

Yazııııııııııııııııık... (30 nisan 2008)

26 Nisan Cumartesi günü CHP kurultayı vardı. Öyle merakımdan falan değil ama izledim... hava kapalı ve karanlık olup sinsice yağan yağmur başka birşey yapmama izin vermediği ve eve hapis olduğum için izlemek zorunda kaldım... aynen anlaşıldığı üzere Deniz Baykal Bey’in 2 saat 40 dakikalık konuşmasını da dinledim. Sağolsun bu berbat günümün 3 saate yakını kolayca uçup gitti.
Deniz Bey’in muhtelif CHP kurultaylarında konuşmalarını dinlemişliğim vardır. Sanırım yine böyle berbat günlere denk geldiğinden olsa gerek dinlemiş olduğumu anımsayıverdim. Çok paralellik sergilemem kişiyle, açıkçası çok da etkilenmem. Ben etkilenmesem bile yine de hitabet yeteneğinin çok kuvvetli olduğunu, konuşmalarında fazla tutarsızlık sergilemediğini, saygı duyulacak bir profesyonel olduğuna inanırım. Güçlü bir karakter, karizmatik bir lider. Bizim halkın politik lider kriterlerine uygun, bağırıp çağıran, tiroidlerini zorlayan, iriyarı, beyaz saçlı falan filan. Koltuğa da yapışıklığı tam ülkemize özgü, alışılmış bir durumdur... Tam Türkiye’ye göre işte.

Yalnızlık... (7 mayıs 2008)

Tercih meselesi. Tercihlere saygı duymak meselesi aynı zamanda. Mustafa Kemal Atatürk de bu tercihi yapan insanlardan biri, belki de içindeki fırtınalara, gözünün karalığına ve hedeflerinin zorlu yoluna ortak koşmamak adına tercih etti yalnız olmayı. Başarısının altında yatan en önemli nedenlerden biridir tek başına olmak. Geride bırakacağı, gözünü ardından ayıramayacağı bağımlılıklara asla taviz vermedi. Başka türlü olsaydı 100 yıldır hayran olunan (kimilerinin nefreti gizli kıskançlıktır, sonuç başarıdır) sonuca ulaşamazdı. Eleştirilebilir ama ne olursa olsun iyi yaptı.
Tıpkı aynı tercihi yapan diğer insanlanların iyi yaptığı gibi.
Yalnızlar... nedense uzaktan bakıldığında hep acınır bu insanlara. Bir evde yalnız başına yaşamak, yalnız sinemaya gitmek ya da tatile çıkmak, yemeğini kendin için hazırladığın masanda keyifle yalnız yemek, tek başına bir kadeh içki içmek, bir odada yalnız başına oturmak. Bazılarına çok garip ve dayanılmaz gelir. Sokakta dahi yalnız olamayanlar vardır, alışverişe yalnız gidemeyenler. İşte bu tipler öyle şaşkın şaşkın izlerler tek başına olanları.

Memuriyet (5 mayıs 2008)

Geçtiğimiz haftanın son günü (Cuma) emlak vergimi yatırmak için Belediye’ye gittim. İki yıllık borcum olması nedeniyle  bir gün daha gecikecek durumda değildim ve mutlak bu işi halletmeliydim. Çalışan insanların zaman bulması çok güç olsa da şükür ki belediyede mesai saat 8.00 da başladığından ve ben de sırabaşı olduğumdan işimi çabucak halledip çıktım, işime de zamanında gidebildim.
Bunu niye mi yazıyorum. Mesainin başlamasını beklediğim on dakika içinde yaptığım gözlemlerim ve keşfettiğim genetik özelliklerim. Belki dışarıdan davulun sesi hoş gelebilir ama Ben memur olmak için yaratılmışım. Her ne kadar yurdun diğer noktalarında koşullar çok farklı olsa da, kazançları yetersiz sayılsa da o on dakika boyunca yaşadığım hoş duygular memur olmayı sevebileceğim konusunda beni ikna etti. Bu arada belirteyim ki mekanım Kadıköy Belediyesi olup ben de 25 yıllık fanatik bir Kadıköy’lü olduğumdan değerlendirmemin tamamen duygusal zeminden destek gördüğünü de itiraf etmeliyim ancak; yine de Ben memur tabiyatlı bir insanım. Buna inanıyorum.

İşte sonunda beklenen gün geldi (17 nisan 2008)

İçinde bulunduğumuz III.Dünya Savaşı sona erdi ve Einstein’ın söylediği taş ve sopalarla yapılacak olan Dördüncü Savaşa ilk adımları atıyoruz. III. hangisi mi? İkinci bittiğinden beri bir türlü bitirilmeyen gerçek savaş. İnsan etinin yendiği, iğrenç, onursuz, çirkin savaş.
Tüketim çılgınlığı ve para kazanma uğruna yapılan manyaklıklar, sadece tek insana veya aileye ait olup sürekli büyüyen, büyütülen inanılmaz servetler, paradaki tekelleşmenin bedelini ödeyen aç, yoksul, hasta ve sefilliğe mahkum edilmiş insanoğlu dayanamadı ve ayaklandı. Sonunda beklenen gün geldi, dünyanın açları ayaklandı. Bence geç bile kaldılar, zira ben bile YETER ARTIK diyeli yıllar oluyor. Sayıca çok fazlalar! Bakalım önlerinde kimler durabilecek. Umarım bu basit bir hareket olmayıp sonuçları acı ve felaket de olsa bir nebze başarıya ulaşır. Bu durum kesinlikle şaşkınlıkla karşılanmamalı... Olay artık gezegensel!!!

Demokrasicik... (9 nisan 2008)

Nisan’ın ilk günü hepimizi heyecanlandıran bir haberle sevindik.
İzmir,  EXPO 2015 için seçilmişti. Akşama doğru yanlış anladığımızı fark ettik, rüyadan uyandık ve kendimize geldik. İpi göğüsleyen ise Milano olmuştu.
Buraya kadar herşey tamam. Heyecanlı Anadolu insanı tufaya basmış, saf bir sevinç yaşamış, birkaç saat mutlu olmuştu... ne yapalım olur böyle şeyler. Esas önemli olan bu değil.
İtalya Başbakanı Prodi, Milano için konuşmasını yaparken şu ifadeleri kullanmıştı. “Dinsel fundamentalizme karşı olmak” ve “Kadın Hak ve Özgürlükleri için” – bizi seçin... ?... !

Camda son bulan baharlar... (3 nisan 2008)

Yok bu sonbahar, bahar değil. Bu yıl kısalırken gündüzler, alışmak, durumu normal karşılamak hiç kolay değil. Ne yapsak nerede kollarımızı açsak göğe, nerede baksak uzaklara, nerede seyretsek sararan yaprakları, nerede güneşi batırsak - kızıllığı kovalasak bulutların ardına - karar vermek kolay değil. Bu yıl kaçıncı yazı geride bıraktıysak bilmem ama kimbilir kaç yazımız kaldı önümüzde, düşünmek hiç mi hiç kolay değil.

Şöyle kabaca bir hesap yaptım. Yaza ya da yaz gibiliğe adanmış bir çuval dolusu hayalim var(mış). Eminim birçoğumuzun da öyledir, özellikle Ağustos, Eylül ve birazcık da Ekim aylarına etiketlenmiş bir sürü hayal. İşte bir kere daha arkamda bırakırken dönemi, birçoğunu erteledim, gitti, bitti, kaldı. Tek adım atamadan birini bile yapamadan geçti gitti yine zaman. Yine kabaca yaptığım hesabıma göre yaşadığımdan daha az yaz’ım kaldı benim, buna eminim, istatistiklere göre bu böyle. Şimdi işim iyice zorlaştı, sıkıştırılmış bir hayal gerçekleştirme operasyonuna gitmek zorunda kalacağım. Bu epey zor bir iş dostlar. İmrendiğim hayatlar bu hesabı yapmak zorunda kalmayan hayatlardır, kuş misali istediği an istediği yere gitmeyi başaran hayatlar... böyle çok insan var biliyor musunuz. Bu Tanrının bir lütfu. Dünyaya bu armağanla gelen insanoğlu çok şanslı, şansının ve yaşamının değerini bilmeli, fark etmeli. Neyse biz de idare ediyoruz işte, hiç değilse hayalini bile kuramayanlar var, durum onlardan iyi sayılır.

Dünyamıza veda ederken (1 nisan 2008)

Biliyor musunuz ne kadar boş şeyler için kendimizi üzüyor ve yoruyoruz. Hala anlamsız hırslar, sosyolojik olgular, yönetimsel konularda ahkam kesmeler döngüsünde bir zavallı olarak koştururken, ölüm kadar eşit olduğumuz bir konuyu anlamamakta inatla direnmeye devam ediyoruz. Kimsenin umrunda olmayan acı bir gerçek varken nedense aptallar gibi savaşıyor, aptallar gibi birbirimizi yiyor, geleceği olmayan çocuklar dünyaya getiriyor, manyaklar gibi para peşinde koşuyoruz.
Hele ki o yapay tartışmalar, siyasi konular, bunlara odaklanarak çene tüketmeler komedinin ötesine geçmiyor bu gerçeğin gözü önünde. Kısacası feci şekilde uyuyoruz.
Gerçek ise şu: Hem ülkemiz hem dünyanın diğer memleketleri için... Hem insanlar hem hayvanlar için. Hem toprak hem de deniz için. Hem beyazlar hem de zenciler için. Hem İngilizce konuşanlar hem de Türkçe konuşanlar için. Hem IRA, hem ETA hem de TALIBAN için. Gerçek şu ki:

Ah... güzel İstanbul... (20 mart 2008)

En gergin ve sıkıntılı zamanlarda savunma mekanizmalarımız harekete geçer ve bizi tüm bu olumsuz ortam ve duygulardan uzaklaştırıp yaşama dayanma gücümüzü arttırır ya... işte benimkiler de doludizgin gidiyor. Böyle zamanların en güzel ilacı ise eski Türk filmleridir. O filmlerde öyle güzel yolculuk yaparız ki geçmiş yıllara, vallahi de billahi de pamuk gibi döneriz günümüze.  Gerçi benim yolculuğumda hüzün yine fazlasıyla egemen ama olsun. Terör, şeriat, yolsuzluk, üç çocuk, bereket, haram, Zapsu, Anayasa, emeklilik ve maaşları, kaz gibi yolunan Ege, Akdeniz ormanları, nükleerin yakıp kavuracağı Karadeniz, doğayı hiçe sayan sahilyolları...demokrasi, demokrasi... demokrasi adına şeriat, parti kapatma, mazlum edebiyatı, küllerinden yeniden doğma... bunlara dertlenmekten öyle bıkkın ve yorgunuz ki, yolculuk hüznü hafif kalıyor.

Vah vah (5 mart 2008)

Düzeysizlik, yozluk, terbiyesizlik, çirkinlik... ne derseniz deyin. Magazin bir toplum olduk, en ciddi konularda dahi magazinsellikten asla vazgeçmiyoruz. Seçimlerimiz magazin, siyasetimiz magazin, savaşımız magazin, gazetelerimiz magazin, üniversitelerimiz magazin. Bu magazinsellikten öyle ayarımız bozuldu ki ağzımızı açtık mı bir çuval inciri berbat edecek, şuursuz söylemlerimizle tarihe geçecek kayıtlar yaratıyoruz.
Sn. Bülent Ersoy; kendi düşüncesini hiçbir sansüre maruz kalmadan (doğal bir şekilde ve canlı yayında) pat diye söyleyiverdi. Genel havası itibariyle savaş karşıtı bir söylem olarak nitelendirilmesine rağmen bence o an içinden gelenleri söyledi ve sözlerinin birincil içeriği, insan ölümlerine karşı olması, birilerinin oyunu, tezgahı yüzünden daha fazla kan akmamasını dillendirme boyutundaydı. Ruhunun tepkisiydi, model haline gelmiş söylemlerin etkisi altında olmayıp kimsenin de kuklası değildi. Bu sözlerden komplo teorileri üretmek, kişinin siyasi duruşunu analiz etmek, binlerce yorum yapmak çok yersiz.  Hele ki o yorumlardaki düzeysizliği bu topluma sunmak en büyük densizlik ve terbiyesizlik ki benim üzerine eğilmek istediğim konu da bu.

Fidel (22 şubat 2008)

Uzun yıllar Türkçe’de Fidel diye bir kelime var mı yok mu araştırdım. Hatta dilimizin büyük kısmını içeren Arapça ya da Farsça kelimelerin içinde de aradım. Ne yazık ki Fidel diye bir kelime, kullandığımız dilde bir anlam içermiyordu. Sadece ses benzeşmesine bile razıydım ama yoktu.


Bunu niye mi yaptım? Birgün bir oğlum olursa adını Fidel koymak için.

İnsanların hayalleri sonsuz, benimkiler ise sonsuzluğun da ötesine geçebilecek derecede. Resmen bir karadelik, yok öyle nitelendirmeyelim, beyaz; bembeyaz bir delik diyelim.

Yıllardır süren bu araştırma olumlu sonuca ulaşmadığı gibi zaten bir oğlum da olmadı; hayallerimin aydınlık sonsuzluğundaki karadelik, bu gerçekleşmeyenlerin oluşturduğudur.

Ama öte yandan benim hayalimin yaşattığı bir efsane var Küba’da. Bu yurttan ilk dışarı adım attığımda gideceğim ülke Küba. Hayalim ise Fidel ölmeden Küba’ya gitmek. Ben yaklaşık 10 yıldır Küba hayali kurarken Fidel de hastalanıp hastalanıp mucizevi bir şekilde iyileşiveriyor. Ben gidemedikçe O yaşıyor. Son iki yıldır efsanenin artan sağlık problemleri, ama her seferinde badireyi atlatması, benim o ülkeye gidişimin gecikmesi Azrail’in de işlerini ertelediği şeklinde bir düşünceyi kafama yerleştirdi. Şimdilerde ise Fidel’i kaybetme korkusuyla iyiden iyiye hiç gidemiyorum.

Diğer yandan Fidel yavaş yavaş veda ediyor. Biraz dünya tarihine yazdığı efsaneye, biraz yönetime, biraz Küba’ya, biraz da dünyaya. Yaşamının sonuna doğru el sallarken, bence ülkenin sonuna da el sallıyor. Zamanımızın maddeciliğinden, azgın kapitalizmin vahşi döngüsünden, insan eşitsizliğinin birbirini kırdırdığı sosyal oluşumlardan arınmış, çocukluğumun (şimdi enfes olduğunu idrak ettiğim) 70.li yıllarını günümüzde yaşatan bu ülkenin kahramanı yavaş yavaş hepimize veda ediyor.

Küba aslında Kübalıların değil, bizim gibi zamanın yozluklarından arınmak isteyenlerin, sadeliği arayanların Kabe’si, bir butik ülke. Güney Amerika direncinin yaşayan son temsilcisi ve bu direnci ruhlarında taşıyan romantiklerin hayalini kurduğu örnek ülke. Küba dünyaya dağılmış ve azıcık kalmış gerçek solcuların hayallerindeki masal ülke. Bu masalın kralı, kralımız ise Sevgili Fidel.

Biliyor musunuz ben gitmeden, yetişemeden O giderse - ya da belki birgün yola çıktığımda, aramızdan ayrıldığını uçakta öğrenirsem – üzülüp ağlayacak ve kahrolacağım. Ama onu bu dünyada tutabilmek için de hala burada olacak, katiyen yola çıkmayıp Azrail’i sonsuza dek bekleteceğim. Biliyorum ki Ben bu adamı 100 yıl yaşatacak, en az bir kuşağın daha onun varlığında yetişebilmesini sağlayacak, asla ve asla Küba hayalimi karadeliğe yollamayacağım.

Bekle Fidel...bekle... daha el sallamak için çok erken. Ve ben henüz yola çıkmıyorum.

22.2.2008





Minik beyaz şeytanlar (18 şubat 2008)

Bu şehirde - hatta ne kelime bu ülkede yağmur yağacak diye ödüm patlıyor. Kar’ı ise hiç mi hiç istemiyorum. Doğanın bu en güzel, en muhteşem olayına bünyesel bir itiraz durumundayım çünkü; Türkiye’de ve İstanbul’da yaşıyorum. Yıllardır bir türlü önlenemeyen yağmur damlası ve kar tanesi felaketi her yıl olduğu gibi bu hafta da hepimizin canını çıkarttı.
Önlem alınmadı diyemiyorum zira oturduğum Acıbadem’de yol geceden tuzlandı, Küçük Çamlıca köprüsü üzerindeki boş alanda kar küreme aracı iki gün öncesinden hazırdı, karın şehri birbirine kattığı Pazartesi günü “sorunlu güzergah” boyunca görevini tam anlamıyla yapıyordu. Ana cadde mis gibi açıktı ve tek yapacağımız ara sokaklardan ana caddeye yürümekti. Eh daha ne isteyebilirim ki?

Ama hepimiz yönetemeyiz ki.... (10 şubat 2008)

Hepimizin günlük yaşamında sık sık karşılaştığı vakalardan biridir YÖNETİCİ’ler. Vaka diye ifade ettiğim için bağışlanmayı diliyorum ama bu karşılaşmaları başka türlü nitelendirmek de pek mümkün değildir.
Aslında ne önemli bir insan yeteneği ve ne büyük bir becerinin tezahürüdür YÖNETİCİ olmak. Basmakalıp bir deyişi hatırlarız ya “Yönetici olunmaz, Yönetici doğulur” diye... her dakika önünde saygıyla eğilir, asla ve asla yanlış olduğunu düşünmüşlüğümüz de yoktur.
Bu bağlamda kadere boyun eğip insanları kategorize ederek ikiye ayırmayı yararlı buluyorum. “Yönetici olanlar” ve  “Yönetilenler” diye.
Bu yönetilenler taifesi hep birgün yönetici olmayı arzu ederler. Genelde de özgürlüğüne düşkün, baskı altında olmayı sevmeyen tipler olduğu gibi, bu sınıfın dışında ve bence esas itibariyle daha tehlikeli bulduğum, bastırılmışlığın ve özgüven eksikliğinin kişiliğinde yarattığı tahribatı en üst düzeyde yaşayan, biraz da bencil olup takım çalışmasına yatkın olmayan, gösteriş meraklısı, hiperaktif başka tür tiplerin de saplantısıdır bu. Paylaşmaktan hoşlanmayıp, bireysel çalışma yöntemini seçmiş yönetilen konumundaki arkadaşlarımız, yalnızlığın verdiği boğulma ya da kendini bilmez ihtiraslarının kurbanı olarak, en önemlisi de para imparatorunun yörüngesinden çıkamayarak bir an önce yönetici olmayı isterler. Bu tiplerle aynı torbada, GERÇEK yöneticiler (doğuştan olanlar) da aynı anda (eş zamanda) mevcutturlar; ki bunların boğulmuşluklarının nedeni “yönetilmeleri becerilemediği” içindir. “Yöneticisi beceriksiz” bu kabına dar gelen yetenekli zavallılar, diğerlerinin parkurunda yarışa zorlandıklarından çoğu zaman yarı finale dahi yükselemez, kaybolup giderler. Ne acı bir kayıptır bu ve sokaklar bunlarla doludur.
Her ne şekilde olursa olsun Yönetici olma fırsatını ele geçirmiş kardeşlerimiz ise bu fırsatla yüzleştikleri gün kendilerine hiç sorarlar mı? “Ben gerçekten yönetici olabilir miyim” diye? Bu acımasız soruya doğru yanıtı veren kaç kişi vardır ki dünyada? Hatta soran var mıdır acaba?
Ne yazık ki bu ciddi sorunun yanıtı; bir özdeğerlendirme, kendiyle yüzleşme, acı gerçeği itiraf etme boyutunda olduğundan, altında ezilebileceğimiz yükü tepemizden serbest düşmeye bıraktığından hiçbir zaman dürüstçe cevaplanamaz. Etiketin yaldızı öyle süslü ve yıldızı öyle parlaktır ki gözler kör olmuş, olaya ya da fırsata şuursuzca atlanmıştır.
Gelelim asıl meselemize, o acıtan içsel sorulara:
Deneyimlerim yeterli mi? Yaşım uygun mu? Astlarıma objektif davranabiliyor muyum? Yüzgöz olmamayı ciddiyeti ve otoriteyi muhafaza etmeyi becerebiliyor muyum? Saygın mıyım? Güven veriyor muyum? Sorun çözme de liderlik edebiliyor, yol gösterebiliyor muyum? Ketum olmayı becerebiliyor muyum? Astlarım arasında koordinasyonu sağlayacak ortamı yaratabiliyor muyum? Karar verebiliyor ve kararımın arkasında durabiliyor muyum? Durumu doğru analiz edip yol gösterebiliyor muyum? Gerektiğinde arkadaş, abi, abla olabiliyorken asla suistimaline izin vermeyerek çalışanlarımla iş çerçevesindeki ilişkilerimi ciddiyet ölçüsünde yürütebiliyor muyum? Demokrat olabiliyor muyum yoksa yöneticiliği krallık olarak mı görüyorum? Çalışanlarımın önerilerine kulak verebiliyor muyum, onlara fırsat sunabiliyor muyum? İş yapış şekillerine öneri vermekle beraber detaylara inip de boğulmamayı başarabiliyor muyum kısacası işi devredebiliyor muyum? Obsesif davranmayıp sonuçlara odaklanarak kısa zamanda net ve kesin kararlar alabiliyor muyum ya da uygulamaya başlayabiliyor muyum? Dolduruşa gelen bir tip miyim, başkalarının etkisinde kalan biri miyim? Parayı çok mu seviyorum? Sezgilerim kuvvetli, sonuçları önceden tahmin eden, gidişatın nereye varacağını yakalayabilen biri miyim? Verdiğim işin ya da sorduğum sorunun, cevabını bilen, yolunu-yöntemini başında kestirmeyi beceren biri miyim? (Bunu yapabilmeliyim ki birileri bana bazı şeyleri yutturup son dakika sürprizlerle karşıma çıkmasın), bir B planım her zaman var mı? Herkese eşit uzaklıkta olmayı becerip, disiplini sağlayabiliyor muyum? Aynaya baktığımda ne görüyorum? Karizma mı, yoksa hımbıl bir kalemadamı mı? Yazım düzgün mü? İmzam uygun mu? Ses tonum ne alemde? Kalabalık bir ortama girdiğimde tepkiler ne mertebede? İnsanlar bana nasıl bakıyor? Bir bakışta, kısa bir cümlede, tek cevapla hedefi vurup, saygı uyandırabiliyor muyum? Kuru gürültü müyüm, yoksa ağzımdan çıkanları kulağım duyuyor, dilimle beynim arasındaki kontrol gerçekten kontrol altında mı? Günü kurtarmayı mı seviyorum yoksa daha evrensel olmayı mı? Ukala mıyım yoksa şımarık mı? İnsanları seviyor muyum?
Soruları uzatabiliriz eminim ki birçoğunuzun buna eklemeleri de vardır? Hatta bu soruları değiştirip “gelecek zaman kipi” kullanarak da sorabiliriz kendimize. Ancak ne yaparsak yapalım yanıtlarımızda dürüst ve cesaretli olalım. O yanıtların önce kendimize, sonra yöneteceklerimize en önemlisi de bize bu ünvanı layık görenlere büyük yararımız dokunacaktır. Yoksa arkasından gülünen, sürekli alay edilen, yaptığı saçmalıklarla eleştirilen, sevimsiz, beceriksiz biri olarak adlandırılan üstüne üstlük bilgi ve becerimizi kullanacak iken bu ünvanla etkinliğini yitirmiş, pasife düşmüş biri olacak, mutsuzluk denizinde yırtık bir yelkenle yola çıkacak, çok da üzücü sonuçlara maruz kalacağız.
Bırakalım bu işi doğasında taşıyanlara... Çok başarılı ve mükemmel iken buna kıymayıp,  yeteneklerimizi doğal, gerçek ve becerikli yöneticilerle faydaya dönüştürmenin hazzını yaşayalım. Şeytanların sofrasında yem olmayıp, karnımızı mis gibi doyurmayı başaralım. Yönetici Olmak kıyafetinin cazibesine kapılarak, edep ve namusumuzdan mahrum olmayalım. Soruları ve en önemlisi verdiğimiz yanıtları asla aklımızdan çıkartmayalım. Gerçekten gidip aynaya dikkatlice bir bakalım!
zs-10 şubat 2008

Biz hep ülke sorunlarıyla mı uğraşacağız... (2 şubat 2008)

Şöyle gerinip de yaşamın keyfini sürmek için iki damla bir dirhem zevk peşine gitmek varken halimize bakıyorum. Ortalık kaynıyor, laf, lakırdı anarşizminin elinde kan revan içindeyiz, beynimiz bloke edilmiş, serseme dönmüş haldeyiz. İki kuruşluk mutluluk ve sade yaşam çok görülüyor bu ülkede bize ve en sonunda ben de bıktım artık... Duymak istemiyorum herkesin duyduklarını, dinlemek istemiyorum hep söylenen aynı lafları, görmek istemiyorum yüzlerinden nursuzluk akan sert bakışlı, pis bıyıklı, korkunç adamları.
1985 yılında üniversiteye ilk başladığım yıllardan beri artık nefret ettiğim bir konu haline gelen türban, saç kapatma, cüppe, potur giyme muhabbetlerinden ise tiksiniyorum. Hele o anayasa meselesi var ya, dolunayda kurda dönmüş adam gibi yapıyor beni. Ülkemizin, toplumumuzun başka sorunları yokmuş gibi olay kan dökülecek safhaya geldi ya ona yanıyorum. En çok da bu yemi yutan ve tartışmalara balıklama atlayan bilumum gazeteci, yorumcu, şöhret budalasına hayret ediyorum. Başka işimiz yok mu bizim, üstüne gittikçe mızmızlanan çocuk gibi bunların zırıltısını niye çektiriyorsunuz bize. Evet gittikçe üstlerine mızır mızır tepemize biniyorlar, kudurdukça kuduruyorlar. Hem kuduruyor hem de şımarıyorlar. Oysa anne ve babalarımızın bir kaş kaldırması köşede büzülüp kalmamıza yol açardı çocukken hepimizin. Kaşımızı kaldırıp kızgın bakışı niye fırlatamıyor da bu tartışmaların ortasında hayatımızdan beziyoruz. Oysa çok başka şeyler var ele alınacak. Belki de baştan başlamak gerekiyor yaşama, bu kafamızla gepegenç olarak.