Bir yaşamın; çocukluk
anıları zalimce katledilemez. Çocukluk; en güzel, en vazgeçilmez, en değerli
hazinesidir yaşamların. Kimse kıyamaz çocukluğuna, kimse kıyamaz anılarına,
yaşadıklarına. Dün yediğinizi unutursunuz da, 5 yaşındayken sokakta yediğiniz külahlı
dondurmayı asla unutmazsınız. En son ne zaman buluştuğunuzu hatırlamazsınız eş
dostunuzla ama çocukken bahçede oynadığınız oyunları, yan sitenin haylazlarını,
kaşınızı yaran veletin adını, dizinizi parçalayan taşın büyüklüğünü katiyen
silmez beyninizden hafızanız.
Bugün artık ağlıyorum, çıkıp sürsem kendimi üstlerine
diyorum, ölümüne! Ölsem ne olacak? Onlar yine beton dökecek, duvarlarını
yıkmaya devam edecek, acımasızca böğrünü oyup toprağın, o güzelim fidanları
kesecek… Ben kahraman bir odun olacağım, her yıl bir avuç insan tarafından
anılacağım, Validebağ şehidine çıkacak adım! En iyi ihtimalle taş bir heykel,
bir iki parka da adım yazılacak. İyi de ben anılmak, şehit olmak, cennete uçup
da keyfime bakmak istemiyorum ki! Ben artık bu manyaklığın son bulmasını
istiyorum.
Yeter artık, herşeyimizi aldınız. Hayatlarımızı zehir
ettiniz, kin ve nefret soluyoruz havadan, yüreklerimiz kaskatı, sivrisineği
sevip okşarken, siz ve sizin gibilerin ölmesini istiyoruz her saniye, her an.
Çocukların geleceği, doğanın devamı, gönüllerimizin ferahı yok artık. Siz
ülkemizi işgal ettiniz ve bizi soyup soğana çevirdiniz. Derimiz yok, cayır
cayır yanıyoruz asit soluklarınızda.
Çocukluk anılarım evet.
Yıl belki 1974, henüz 6 yaşındayım. Yarımca’da oturuyoruz,
mahrumiyette. Annem iki haftada bir İstanbul’a iniyor, ben de yanında. Gülhan
otobüsleri ile geliyoruz Harem’e, ya Eminönü’ne geçiyoruz ya da Taksim’e; Beyoğlu’ndan, Osmanbey’den alışverişler
yapılıyor. Taksim’den Kadıköy dolmuşuna biniliyor ve köprüden geçilip de Altunizade’ye
gelindiğinde annemle dolmuştan iniyoruz. O yıllarda Altunizade ile Bağlarbaşı
arası toprak yol, toz duman her yer ve en fazla 2 katlı üç beş ev var sağda
solda; hepsi bahçeli. Çayırlı bayırlı
yerleri atlaya zıplaya geçip de şimdiki Tophanelioğlu Caddesi’nin başladığı
noktaya geliyoruz. Neresi mi? Hani şu meşhur GOLD Bilgisayarın olduğu devasa
binanın olduğu köşe (eskiden otoparktı ve orada ikinci el arabalar satılırdı,
GÖKKUŞAĞI idi adı!)
İşte bu noktada başlardık yürümeye. Ben annemin elindeki
küçük kız, annem ise fıstık gibi bir hatun, şahane… Ödümüz patlıyor, yol
bomboş. Sağı solu ağaçlık, tenha, her an hayal edemeyeceğiniz bir tehlike
önünüze fırlayabilir. Kesseler Allah duymaz, o kadar boş ama bir o kadar da
kestirme. Nereye mi gidiyoruz; Koşuyolu’na büyük dayımızın evine, kuzenlerime! Askeri
Lojmanların oraya gelince rahatlıyoruz, artık güvendeyiz. Sol tarafa hiç
bakmıyoruz hep sağ kaldırımı takip ediyoruz. Niye mi? Sol taraf KORU, Validebağ Korusu; karanlık,
izbe ve ağaç dolu. Adile Sultan Kasrı bildiğin perili köşk, bahçe bakımsız ama
o derece de davetkar, içine çekiyor insanı. Şimdi ben bu Validebağ Korusu için
nasıl ağlamam, nasıl ölmem… ölemem çünkü henüz 6 yaşındayım, ölemem zira mutlu yaşamalıyım… ayrıca artık biz ölmeyelim yeter… yeter artık biraz da onlar ölsün.
Şeytan diyor ki, al eline benzin bidonlarını, koş oraya,
boydan boya bütün inşaatları, Kasrı, otoparkı, ağaçları, çayırları cayır cayır yak! Yak
oğlu Yak. Yak ki deli diye yazsın seni tarih. Yazsın ki bir daha bunlar
olmasın.
NOT: Fotograflar, koruya yaptığım yürüyüşlerim sırasında bana görsellikleri ile neşe veren küçük dostlarıma aittir, karayosunları, meşe palamutları, küçük otlar, kurumuş yapraklar, çam iğneleri... hepsi duvarın üstünden bana selam verirlerdi, o duvar şimdi YOK