Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








6 Temmuz 2020 Pazartesi

Zamanda Yolculuk (6 temmuz 2020)


Çocukken, 5, 6, 8 yaşlarındayken bayramlarda mutlaka Fatih, Nişantaşı, Kadıköy’deki akraba ve eski komşularımızı ziyarete giderdik. İzmit’ten kalkıp gelirdik. Annem ile babamın ilk gençliklerini hatta çocukluklarını bilen komşular, kendi arkadaşları, büyükler, çok büyükler hepsi gezilirdi. 1973, 1974, 1978 gibi diyeyim o yıllara… o zaman yaşlı kabul edilen çiftler 1920’li yıllarda evlenmiş, en genci 1940’larda diyelim. Evler İstanbul’un Osmanlı zamanından kalma düzeninde eski yapılar ya da cumhuriyetin ilk mimari harikaları olarak modernleşmiş evleri… salon salomanje denen sofası kocaman, mutfakları minik, iki bölümü birbirinden ayıran kocaman Fransız kapılar ve hep o kapıları çepeçevre saran saksıdaki sarmaşıklar bu evlerin başlıca özelliğiydi. Nasıl özlem duyulmaz ki…  Kendine özgü kokan ki bu genelde ahşap, reçine, yağlıboya kokusu olurdu; bu evlerin oturma bölümündeki  sehpaların birinde mutlaka kuşkonmaz bulunurdu.. Yaşıtlarım az çok anlamıştır umarım… yaşıtlarım derken, 50, 52, 55 hatta 60 diyelim.


Mutlaka yemek yenir, yemekte ise mutlaka köfte, patates, pilav, zeytinyağlı dolma veya fasulye, yazsa mutlaka patlıcan kızartması, mis kokulu söğüş doğranmış domatesler olurdu. Çoban salata evet maydanozsuz çoban salata (ki maydanoz olmaz zaten). Küçüklere limonata ya da vişne şerbeti, büyüklere ise aslan sütü, buz, su, benim gibi ara nağmelere de duruma göre küçük bardakta bira düşerdi (laf olsun diye, gazozcuydum ben aslında ve birayı hiç sevmem). Kavun, karpuz, meyveli muhallebiler, keşkül, meyve salatası gibi yaz tatları hiç unutulacak gibi değil. İşte o evlerde el işi masif mobilyalar, tonet sandalyeler, nedense küçük dört bacaklı masif masalar, sehpaların üzerinde dantel örtüler, goblen yastıklar, duvarlarda ünlü ressamların reprodüksiyon tabloları güneşten solmuş ama asla atmaya kıyılamamış o resimler, koyu yeşil ya da bordo kadife döşemeler hiç aklımdan çıkmaz. Her evin olmazsa olmazı bir kafes ve içinde yaşayan saka kuşu, eskiden hep saka beslenirdi öyle muhabbet kuşu bol değildi. Türk filmlerinde hep görürüz o manzarayı, dikkat ediniz mutlaka. Uşak ya da Isparta el dokuması halılar, ah o çiçek desenli kaba tüylü halılar. Yerler tahta, döşeme gıcırdar durur hep yürürken.

Niye mi anlatıyorum. Üç gün önce Kuzguncuk’ta İcadiye Caddesi’nin yukarılarında (ki orada halamın kızı yıllarca oturmuştur) bir eskicinin kapı önüne koyduğu bordo kadife döşemeli kanepe, gözbebeğimden içeriye ışık hızında girdi. Koltuğu görünce yukarıda yazdıklarım beynimin içinden geçti tek tek… Hemen yukarıda manevra yapıp geri döndüm dükkanın hizasında durdum. İnip baktım kanepeye sonra babam ve annem de indiler arabadan. Kanepe öylece zaman makinesi gibi duruyordu. Evet resmen zaman makinesi. 1970’li yılların eski çiftlerinin evlerinden çıkmış gelmiş bir kanepe. En az 60 senelik belki de 70! Ertesi gün gidip aldık mucizeyi, iki saat sonra evimizdeydi. Ben hemen sildim temizledim (kir bile çıkmadı enteresan!)
Evdeki kanepeyi de adama verdim, ondan da kurtuldum. Şimdi hepimiz çok mutluyuz, ben çocukluğumda yaşıyorum, hapis günlerinde yapacak bir şey yok… en güzeli fiziksel yolculuklar yapamayınca, ruhsal yolculuklara çıkmak, zamanda yolculuk mümkün, bunun için ruhun ve zihnin sana yeter. Kimse sizi hapsedemez, özgürlük fiziksel değil beyne aittir ve ruhsaldır. 

ÖZGÜR olun ÖZGÜR’leşin.

23 Haziran 2020 Salı

yağmur (23 haziran 2020)


Hayatımın en mutlu günü bugün...

En mutlu demek abartılı olabilir ancak en eğlenceli günü oldu bugün. Evime 200metre kala ve etrafta sığınacağım mendil kadarcık bir saçak altı dahi yokken öyle bir yağmura yakalandım ki anlatamam… çooook yağmura, sağanağa yakalanmışımdır ama ya şemsiyem ya saçaklar ya da ulu ağaçlar beni hep kurtarmıştır. Hayatımda hiç ıslanmadım ben, yarım yüzyılı geçirdim bu dünyada ama tek kere suya, dereye, havuza, denize düşmüş insan değilim. İlk defa başıma geldi.

Ekmek ve daha da önemlisi mayalayacağım yoğurdun sütünü almaya çıktım ve evime çok yakınım. Gök gürledi, bulutlar simsiyah geldi ama nasılsa kaçarım diye pek umursamadım ki; meteorolojiyi nefes alır gibi izler, saati saatine tahminlere dikkate eder ve önlemlerimi alırım. Bu sefer de atlatır damlalarla ralli yapar yırtarım dedim.

Olmadı, papaz bu kez o pilavı yemedi. Evime ramak kala üzerime kovalarca su dökülmeye başladı… ilk işim ayakkabılarımı çıkartmak ve elime almak oldu, yalınayaktım… iki üç adım atmıştım ki, ıslaklığın içime ilerlediğini hissetmeye başladım, inanamıyordum ama sırılsıklam olmuştum. Elimde ayakkabılarım, yalınayak sulara şap şap şap basarak ilerlerken kotumun tümüyle üstüme yapıştığını ve ağırlaştığını iyice anlamış oldum… fazla hızlanamadım çünkü süt 5lt, kot iyice ağırlaşmış üzerimde ve bluz ıslandığından acayip de üşüyorum… yanımdan geçen arabaların içinden şaşkınca bakıyor insanlar… saçlarımdan sular sırtımdan aşağıya akıp arka cebimdeki telefonumu da bir güzel ıslatmış o ara; onu da eve gelince anladım zira cihaz şarj olamıyordu, nem uyarısı veriyordu garibim Neyse kuruttuk ettik hayata döndürdük.


Ama öyle güzel öyle güzeldi ki! Hele sulara şap şup çıplak ayakla basarak yürümek, aman yarabbim, bu nasıl keyifti böyle, çocukluğumuz gibi. Yağmura teslim olunca anladım çok aciziz, yapacak fazla bir şey yok. Kaçma yağmurdan be Zeynep teslim et kendini diye düşündüm ve keyfini çıkardım. Kapıya geldiğimde sırılsıklamdım, annem yerlere gazete serdi, üzerinden banyoya ilerledim ve doğru duşa girdim… Keşke bir daha olsa.

7 Nisan 2020 Salı

CORONA günleri III (7 nisan 2020)

Şimdi bana herkesin çok kızacağına eminim ama ne yapayım gerçek böyle, gizleyemem ki! BU KARANTİNA SÜRECİNE BAYYYILIYORUUUUUUUUUUUUUUM.

Ben bu karantina günlerinden son derece mutluyum… virüs gelip bedenime yerleşse ve beni yok etmeye koyulsa da çok memnunum, yapacak bir şey yok ne kadar uğraşsam da mutluluk halimden arınamıyorum, keşke herkes benim gibi olsa.

Yüzlerce telefon görüşmesi yapıyorum, yıllardır görmediğim konuşmadığım insanlarla tekrar ilişki kurdum, yılların acısını çıkartıyorum, karşılıklı olarak çok çok mutluyuz.

Sokağa çıkmasam da devletin verdiği paraları almak için kısa mesafeli çıkışlarım oluyor… Araba olmadığı için caddenin tam ortasından yürüyorum sosyal mesafem 20metre, yüzümde maske ellerimde eldivenler gayet izole şekilde güneşe yüzümü dönüyorum.  Market alışverişlerimi zevkle yapıyorum, kimselere bırakmıyorum kimselere elletmiyorum satın aldıklarımı, temiz temiz ilk elden evime getiriyor istediğim gibi dezenfekte ediyorum

İzlemediğim ne var ne yok hepsini izledim internetten, daha sırada onlarcası var, oysa ben hep evdeydim ve bunları yapma olanağım vardı ama niyeyse birikmişler işte.

Maske aldım bir halta yaramıyor, kulaklarımın arkasında problem var zannımca durmuyor lastikler; ben de oturdum bugün modifiye ettim maskeyi de rahatladım.

En güzeli araba kullanmak, ya rabbim İstanbul’dayım ve sanki 1966 yılındayım. O derece boş yollar, böyle gaza köküne kadar basıp da çığlık çığlık bağırasım geliyor.

Yemek de ayrı bir şölen, her gün kendimize bayram sofrası kuruyoruz yiyor içiyoruz… kilo mu? Yok kilo almıyoruz, nasıl beceriyorum ama bilmiyorum her gün tartılıyoruz daha gram yükseltmedik kiloyu… demek doğru şeyleri yiyoruz.

Yoğurt için süt kovalıyorum, hiç üşenmiyorum, hareket etmenin ve sosyalleşmenin yolu olarak görüyor, dağıtımın ilk günü mis gibi sütümü alıyor akşama mayamı çalıyorum. Taş gibi yoğurtlar yapıyorum. Sıra ekmeğe de geldi onu da halledeceğim, öz maya yapmaya kararlıyım! Ekmeğin; mayalı ekmeğin ilk icat edildiği zamandaki yöntemi kullanacağım.

Meğer ne güzelmiş yaşam… para mesela, sürekli para çekiyorum emekliyiz ya … promosyon, ikramiye bilmem ne… altınlarım vardı bir haftada altın %20 kazandı, ben de kazandım dünya kadar PARA!… ama önemi var mı? Ne yapacağım ki kazandıklarımı, ne kadar önemsiz oldukları ortada işte… Para bir kağıt parçasıymış bir işe de yaramaz imiş, bunu ben çok önceden anlamıştım daha da perçinlendi beynimde.

Karantina günleri çok güzel ve çok eğlenceli… yapmak istediğin her şeyi yapabiliyorsun. Ben bu işe bayıldım ya hu… TEŞEKKÜRLER VİRÜS.

2 Nisan 2020 Perşembe

CORONA günleri II (2 nisan 2020)


Çok değişik bir dönemden geçiyoruz. Ne dedelerimizin yaşadığı savaş yılları, ne büyük dedelerimizin yaşadığı göç yılları gibi. Bambaşka. Savaşın da göçün de içinde özgür anlar, alanlar vardır ama burada bunlar yok. Yaklaşık 15 gün önce yitirdik her şeyimizi, canımızdan başka. Sürecin sonuna nasıl varacağımız da belli değil.

Uzun yıllardır yapılamayanlar yapılıyor, ilk şoku atlattıktan sonra herkes işe koyuldu. Burada en kilit grup, başvuru noktamız yaşları 40-60 arasında olan kitle yani bildiğiniz X kuşağı. Çünkü onlar eski ile yeniyi en iyi kaynaştıran her ikisini de bilen bir kuşak. El işleri, ev işleri yapıyorlar, okumayı seviyorlar, yemek pişirebiliyorlar, evlerini kendileri temizleyip ütü yapabiliyor, örgü örebiliyorlar. Resim yapıyorlar, sanata yatkınlar, her türlüsüne. Oyalanmak için teknolojik yeniliklerle sunulan tiyatro, sinema, konser gibi şeylere balıklama atladılar, çünkü tiyatro izlemeyi biliyorlar, önemsiyor ve seviyorlar. Elde bulaşık yıkamak nedir onu bile biliyorlar, yoktan var etmeyi annelerinden babalarından öğrendikleri için anında yürürlüğe koyuyorlar o eski öğrendiklerini.

Hepsinin anıları var - binlerce, bunları paylaşıyorlar, iskambil oynuyorlar, tavla, dama, sessiz sinema. Baskı halinde fotoğrafları, albümleri var, hepsine el attılar baştan düzenliyorlar, neler neler buluyorlar. Koleksiyonları var, bu kuşağın çocukluktan gelen bir toplama hastalığı vardır, hepsi ortaya döküldü şimdi.

Ev ahalisi ile ilişki kuruldu, kurdular, kurmak zorundaydılar, tıpkı kendi komşu, anne, baba ve arkadaşlarıyla eskiden olduğu gibi. Yıllardır içlerine gömüldükleri yalnız hayatlarından yapayalnız kalarak kurtuldu büyük bir kitle. Yalnızlık neymiş iyice anladı. Sokağa çıkamıyor, gezemiyor, özgürlüğün ne demek olduğu da iyice hatırlandı büyük kesim tarafından. Paranın hiçbir işe yaramadığı, sağlığın ne denli önemli olduğu kafalara yazıldı, unutulmuş bu hazine yeniden akla geldi. İyi de oldu.

Birçok insan hayatını sorguladı mutlaka. Nerede olduğunu, niye olduğunu düşünme fırsatı buldu. Bazı acı gerçeklerle yüzleştiğimizden de eminim. 

An itibariyle çıkıp da bir kafede dumanı tüten mis kokulu birer kahve eşliğinde, hadi birer de sigara yakarak karşılıklı konuşmak neymiş, ne kadar değerliymiş ortaya çıktı. Dünyaları verirdik şimdi bunu yapmak için; şu onbeş günde çok özlediğimize eminim.

İyi işte bir daha hep birlikteyken yüzümüze bakmayı bırakıp üstüne hiç konuşmayarak elimizdeki telefonları kurcalamakla ne büyük kayıplar verdiğimizi sanırım idrak ettik. Eminim ki bu süreçten çıktığımızda hepimiz sımsıkı sarılacağız ve hasretle birbirimizi öpeceğiz. Ben özledim, hiç değilse el sıkışabilseydik. Dokunmak insanidir, sıcaktır, samimidir. 

Zaman geçirmek zorluyorsa başta da söyledim başvurunuz X kuşağıdır, onlar ne yapıyorsa onu yapın. “Ah ne güzeldi o günler” diyen o kuşak. Geçmişte yaşıyor diye alay edilen o kuşak! Anahtarınız!

20 Mart 2020 Cuma

Rüya (19 mart 2020)



Dün akşam bir rüya gördüm… Vakit gündüz, az ışıklı ılıman bir hava var hani deriz ya LİMONATA GİBİ… tam öylesi bir hava, serin serin hafifçe esen rüzgar yanaklarınızı okşuyor, saçlarınızı havalandırıyor nazikçe... Güneşin ışıkları gözlerinizi kamaştırmıyor, rahatsınız.

Bahariye Caddesi’ndeyim … cadde tertemiz yeni yıkanmış da kurumuş gibi, nemli taşlar, beyazımsı gri ama kuru. Hoş bir koku var ortamda, henüz açmasa da ıhlamur ağacından mı geliyor ne diyorum.

Tramvay yolunun ortasından yürüyorum heryer boş. Araba yok, insan yok, mağazalar kapalı ve ben yalnızım. Bir iki pastanenin içinde birileri var ama yok gibi. Büfe açık, eczane açık, gözlükçüler açık, o kadar… sessizlik öyle güzel ki anlatamam ve o tenhalık, hasret kaldığımız o boşluk, o insansızlık. A unutmadan söyleyeyim kediciklerimiz ve köpekçiklerimiz oradalar ancak duvar diplerinde donmuş resim gibi; dekor oluşturuyorlar sadece.

Yavaş yavaş yürüyorum, üzerimde uzun ama hafif montum var, bol şaldır şuldur yürürken uçuşuyor o da, kot taytım ve 5cm topuklu botlarım… Bu botlarla yürümek çok rahat hiç ayağımdan çıkartmıyorum. Lacivertler, sık sık boyuyorum o yüzden pırıl pırıllar. Sağa sola bakıyorum, beynim dinleniyor arınıyorum uykumda. Rüyalarda rastlanacak ortam, anlayacağınız rüyam; hakkını veriyor rüya olmanın…

Birden bir kıvılcım çakıyor zihnimde, uyanık dünyam müdahale ediyor rüyama. Hazır rüyadayım ya neden olmasın. Birden koşmaya başlıyorum, tramvay yolunun tam ortasından yukarı doğru… Son sürat koşuyorum ve koşarken “hala kalbim acımadı” diyorum. Koşuyorum deliler gibi, gülerek yine deliler gibi, öyle hoşuma gidiyor ki. Göğsüm sıkışmıyor… Ben çok hızlı koşarım (koşardım) yıldırım gibi. Şimdi de fena değilim ama yaş ilerledi, o kadar hızlanamıyorum ve süre azaldı… ciğerlerim daralıyor… sanırım son geçirdiğim gripten sonra kaldı bu bende öncesinde yoktu… Belki de yaştan, yaş ilerledi… Belki de pis havadan ne de olsa İstanbul çok kirli. Bilemiyorum artık neden… normal insanlara göre hızlıyım yine de.

Koşuyorum, koşmaya doyamıyorum… gülüyorum gülmeye de doyamıyorum… aksimi görüyorum vitrin camlarında... o da ne, dudaklarımda ruj var… Şaşıyorum! Ruj nereden çıktı diye düşünürken kırmızı olduğunu fark ediyorum.

Uyanıyorum

Sabah olmuş çoktan

Hiç uyanmak istemiyorum, Rüyadan uyanmak, koşmaktan durmak, gülmekten ayrılmak hiç ama hiç istemiyorum.

13 Mart 2020 Cuma

CORONA Günleri (aşk'sız)


Biz yani insanoğlu (aklı olan tek canlıyız ya) SON denen ve hayatımızın her anına, her eylemine, yaşamsal etkenlerine (fiillerine) yön veren, çok da merak ettiğimiz ama çözemediğimiz o en büyük problemimizi tanımlarken nedense bunu hiç aklımıza getirmemiştik – SON - Ya da aklıselim sahibi, bilimi hayatının merkezinde tutan küçücük bir toplum kitlesi düşünmüş olabilir. Bilemem bunu.

Biz yani insanoğlu SON denen o büyük felaketi vahşet, afet, katliam, sonsuz büyüklüklerle ifade edilen (göktaşı, gezegen, yıldız çarpmaları) olaylara göre betimledik hep. Hiç aklımıza gelir miydi minicik cisimcikler, canlımsılar getirsin sonumuzu. Hiç düşünmedik, bilemedik.

Kuantum! Klasik bilimde yani fizikte olsun, düşünsel anlamda felsefede olsun her alanda sonsuzlukları ve sonsuz küçüklükleri, hayal edilemeyecek minimizasyonu tanımladığımız o sihirli terimi aklımıza getirelim bir an. Sona varılamayan bir yoldur kuantum, varılamayacak sondur, sonsuzluktur ve evrenin davranışını temsil eden en küçük yapıtaşıdır. Bir çeşit kökhücre gibi düşünün… Cansızdır ama CANLI’yı yönetir. Evren de bu değişen dönüşen her şeye maydanoz olan minicikler tarafından yönetiliyor unutmayın. Geçenlerde bir biyolog virüsler için CANSIZ’dır dedi, inanamadım. Ya da anlayamadım. Her neyse bu ayrı konu.

Kısacası evrenin işleyişi sürekli bir dönüşümü barındırır, su oluruz, toprak oluruz, azot olur yayılırız, aminoasitler halinde can buluruz, sürekli dönüşürüz. Her sebep bir sonucu doğurur her sonuç da yeni bir sebeptir, bu böyle gider… geldiğimiz noktada (ki ben hala bunun da dünyanın nefesini tutma, insanlığı etkisizleştirme adına ortaya atılmış bir senaryo olduğunu düşünsem de) kendinden menkul sapına kadar öldürücü bir virüs olmayıp bir “MUTANT” (taklitçi değişmiş, palyaço) virüs versiyonu tarafından yok edilme tehlikesi ile burun burunayız. Evet ölümle burun burunayız. Evrim sürecinde birkaç adım ötede olan insanlar, (ki bunlara bağışıklık sistemi güçlü bünyeler, güçlü genler de diyebiliriz), melezler, bedensel dayanıklılığı gelişebilmiş, doğuştan güçlü tipler daha rahat olabilseler de ortada çok ciddi bir sıkıntı var.

1999 yılında Oktar Babuna’nın üstün hizmetleriyle ilikleri toplanan ve DNA’sı çözülmeye çalışılan Anadolu Milleti bir türlü biyolojik yöntemlerle çökertilememiştir ve coğrafyamızın gen profili konuya takla attıracak güçtedir ancak; son 25 yılda antibiyotik manyağı yapılan yeni nesilin şansı daha azdır. 1989dan beri nişasta bazlı beslenen, glukoz bağımlısı hale gelmiş beyni obezleşmiş mankafa (ki çok zeki sanıyoruz biz onları) ergen topluluğunun şansı daha daha azdır bana göre! Hele bir de vegan vejeteryan vs. gibi abuk subuk tipler var ki hiç şansları yok -  yok olup gidebilirler bu hengamede. İşin en acısı da yıllardır ne idüğü belirsiz tohumları, yemişleri, sıvıları 100 yıl yaşayabilmek için şuursuzca tüketen (ki bunlar 7den 77yedir) belirli sayıda arkadaşı da kaybedecek olma ihtimali beni hayli üzmektedir.

Nereden nereye geldi benim mevzu… Kuantum – minik şeyler – ufacıklığın mega mega gücü ve virüs mutandının karşımıza diktiği ÖLÜM gerçeği. Tarihe tanık oluyoruz. Ben memnunum bu tanıklıktan. Evren ne isterse o olacaktır, değişiyor, dönüşüyor belki de bizden kurtuluyor, bilemeyiz. Benim yok ama sizlerin olacak inşallah, bu badireyi atlatırsak torunlarınıza anlatırsınız 50 yıl sonra (hoş 50 yıl sonra ben hiç yokum çoktan ölüyüm). Neyi mi anlatacaksınız? İşte kayda belge düşürdük, kısa özet benimkisi buna bakarsınız. Covid-19 günleri… Corona Günleri’nin dayanılmaz rahatlığı diyelim biz buna, AŞK’sız

Hiç gelir miydi aklınıza gözle görülemeyen bir canlının dünyanın sonunu getireceği… Jüpiter çarpacakken niye yani şimdi bu virüs işleri? Yakıştı mı?

NOT: Vesile ile teknolojideki en gelişmiş seçenekler de ayaklarımıza serilecektir emin olun... Keşfi gizlenmiş nice şey ortalığa dökülecek, benden söylemesi.

1 Şubat 2020 Cumartesi

Yaştan ve Kilodan bağımsız DANS (1 şubat 2020)


İster tek olun ister çift ya da bir sürü bir sürü olun
İster zayıf olun ister şişman
İster kadın, ister erkek ya da çocuk
İster 40’ında olun ister 70’inde...

Tutmasın bacaklarınız! Parmaklarınız yeter...
Elleriniz de mi tutmuyor! E yüzünüz, mimikleriniz, saçlarınız kafi.
Etekle olun ya da pantolonla, bacaklarınız görünse de olur görünmese de
Varsın boyunuz kısa olsun, hatta cüce!
Sırık gibi olun hiç fark etmez
Saçın siyahmış, beyazmış, uzunmuş, kısaymış kime ne
Çirkin ol, yüzün kırış kırış ya da dünya güzeli ne ilgisi var.
Bir çiçek, bir çift küpe yeter, kocaman olanından; çiçek de öyle
Hepsi kırmızı olacak diye bir şart yok, hatta o muhteşem müziğine bile bazen ihtiyacınız yok! Avuçlarınız var ya ya da tahta topuklarınız!
Neden mi söz ediyorum?????
Elbette FLAMENKO’dan! Dansın en güzelinden!

Yaştan, kilodan, cinsiyetten bağımsız bir dans, ÖZGÜR DANS! Güç, karizma, bağımsızlık, özgürlük isyan hepsi onda… Tanrının insan bedenine bahşettiği muhteşem hareketler bütünü… Sadece ellerinizle dahi 1 saat dans edebilirsiniz… yerleri delercesine, göğe uçarcasına, dünyaya haykırırcasına çığlık çığlığa dans edin.