Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








25 Ekim 2014 Cumartesi

Validebağ Koru'm (25 ekim 2014)

 Bir yaşamın;  çocukluk anıları zalimce katledilemez. Çocukluk; en güzel, en vazgeçilmez, en değerli hazinesidir yaşamların. Kimse kıyamaz çocukluğuna, kimse kıyamaz anılarına, yaşadıklarına. Dün yediğinizi unutursunuz da, 5 yaşındayken sokakta yediğiniz külahlı dondurmayı asla unutmazsınız. En son ne zaman buluştuğunuzu hatırlamazsınız eş dostunuzla ama çocukken bahçede oynadığınız oyunları, yan sitenin haylazlarını, kaşınızı yaran veletin adını, dizinizi parçalayan taşın büyüklüğünü katiyen silmez beyninizden hafızanız.

Bugün artık ağlıyorum, çıkıp sürsem kendimi üstlerine diyorum, ölümüne! Ölsem ne olacak? Onlar yine beton dökecek, duvarlarını yıkmaya devam edecek, acımasızca böğrünü oyup toprağın, o güzelim fidanları kesecek… Ben kahraman bir odun olacağım, her yıl bir avuç insan tarafından anılacağım, Validebağ şehidine çıkacak adım! En iyi ihtimalle taş bir heykel, bir iki parka da adım yazılacak. İyi de ben anılmak, şehit olmak, cennete uçup da keyfime bakmak istemiyorum ki! Ben artık bu manyaklığın son bulmasını istiyorum.

Yeter artık, herşeyimizi aldınız. Hayatlarımızı zehir ettiniz, kin ve nefret soluyoruz havadan, yüreklerimiz kaskatı, sivrisineği sevip okşarken, siz ve sizin gibilerin ölmesini istiyoruz her saniye, her an. Çocukların geleceği, doğanın devamı, gönüllerimizin ferahı yok artık. Siz ülkemizi işgal ettiniz ve bizi soyup soğana çevirdiniz. Derimiz yok, cayır cayır yanıyoruz asit soluklarınızda.

Çocukluk anılarım evet.

Yıl belki 1974, henüz 6 yaşındayım. Yarımca’da oturuyoruz, mahrumiyette. Annem iki haftada bir İstanbul’a iniyor, ben de yanında. Gülhan otobüsleri ile geliyoruz Harem’e, ya Eminönü’ne geçiyoruz ya da Taksim’e;  Beyoğlu’ndan, Osmanbey’den alışverişler yapılıyor. Taksim’den Kadıköy dolmuşuna biniliyor ve köprüden geçilip de Altunizade’ye gelindiğinde annemle dolmuştan iniyoruz. O yıllarda Altunizade ile Bağlarbaşı arası toprak yol, toz duman her yer ve en fazla 2 katlı üç beş ev var sağda solda; hepsi bahçeli.  Çayırlı bayırlı yerleri atlaya zıplaya geçip de şimdiki Tophanelioğlu Caddesi’nin başladığı noktaya geliyoruz. Neresi mi? Hani şu meşhur GOLD Bilgisayarın olduğu devasa binanın olduğu köşe (eskiden otoparktı ve orada ikinci el arabalar satılırdı, GÖKKUŞAĞI idi adı!)
İşte bu noktada başlardık yürümeye. Ben annemin elindeki küçük kız, annem ise fıstık gibi bir hatun, şahane… Ödümüz patlıyor, yol bomboş. Sağı solu ağaçlık, tenha, her an hayal edemeyeceğiniz bir tehlike önünüze fırlayabilir. Kesseler Allah duymaz, o kadar boş ama bir o kadar da kestirme. Nereye mi gidiyoruz; Koşuyolu’na büyük dayımızın evine, kuzenlerime! Askeri Lojmanların oraya gelince rahatlıyoruz, artık güvendeyiz. Sol tarafa hiç bakmıyoruz hep sağ kaldırımı takip ediyoruz. Niye mi? Sol taraf KORU, Validebağ Korusu; karanlık, izbe ve ağaç dolu. Adile Sultan Kasrı bildiğin perili köşk, bahçe bakımsız ama o derece de davetkar, içine çekiyor insanı. Şimdi ben bu Validebağ Korusu için nasıl ağlamam, nasıl ölmem… ölemem çünkü henüz 6 yaşındayım, ölemem zira mutlu yaşamalıyım… ayrıca artık biz ölmeyelim yeter… yeter artık biraz da onlar ölsün.


Şeytan diyor ki, al eline benzin bidonlarını, koş oraya, boydan boya bütün inşaatları, Kasrı, otoparkı, ağaçları, çayırları cayır cayır yak! Yak oğlu Yak. Yak ki deli diye yazsın seni tarih. Yazsın ki bir daha bunlar olmasın.

NOT: Fotograflar, koruya yaptığım yürüyüşlerim sırasında bana görsellikleri ile neşe veren küçük dostlarıma aittir, karayosunları, meşe palamutları, küçük otlar, kurumuş yapraklar, çam iğneleri...  hepsi duvarın üstünden bana selam verirlerdi, o duvar şimdi YOK