Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








28 Mayıs 2011 Cumartesi

4 eş meselesi - Herkese hayırlı eşler ve bol akıl sağlığı diliyorum (28.5.2011)

 İslam dini evlilik ve eş sayısı konusunda reform yapmıştır. O zamana kadar Arap toplumunda sınırsız olan kadın alma geleneği, İslam dini ile birlikte sınırlı sayıda eş alınması kuralı ile değiştirilmiş, eş sayısı dörde indirilmiştir. 1500 yıl önce çok radikal bir değişiklik olan bu olay çağının reformu olarak değerlendirilir. Modern yıllara gelindiğinde bu sayının 1 (bir) ile sınırlandırılması yoluna gidilmiştir.

Mantık açısından düşünürsek, geçmiş çağlarda erkek nüfusunun kadına göre daha az olması, bitmek bilmeyen savaşlar nedeniyle erkeklerde toplu ölümler yaşanması, çok eşliliği (ki bu erkek kanadındadır) zorunlu kılmıştır. Yine doğumlarda ölen kadın sayısının da azımsanmayacak boyutta olduğunu düşündüğümüzde karşımıza bire-dört gibi bir oran çıkmaz ama tabiki yüzlerce yıl önce MANTIK aramak da yanlış olur.

Bugünü ele alalım ve olaya tamamen mantıksal açıdan matematik verilerle yaklaşalım. Kadın ve erkek sayısı hemen hemen eşittir. Hatta kadın sayısı 166.000 daha azdır. Aşağıda dağılımı gösteren istatistiği bulabilirsiniz:

http://enginsalli.blogcu.com/turkiye-nufusunun-cinsiyete-ve-yas-gruplarina-gore-dagilimi/2890782

Şimdi bu durumda dört eş almak nasıl mümkün olabilir?

Hadi diyelim yaş aralıkları ile kaydırma usulünü kullanarak eşleştirme yapılsın yani; erkeklerin eşlerini kendilerinden 10-15 yaş genç kadınlardan seçmeleri durumunu değerlendirelim: Bu durumda da yine tabloya baktığımızda erkek kişi başına 1,5 kadın düşmektedir, sayı zar zor 2'yi bulmaktadır. İyice incelendiğinde 4 kadın sonucuna erişilemediği açıkça görünmektedir.

Kısacası bu konuyu tartışmak deli saçmasıdır. Olayı dindarlık, Allah'a iman, taassup boyutunda değerlendirmek tamamen yanlıştır. İster müslüman olun ister putperest, mevcut cinsiyet dağılımına göre dört eşli erkek olmak imkansızdır.

12 Mayıs 2011 Perşembe

İstavrit tava, Palamut ise pilaki fırında (19.10.2007)

Bu şehre kebap  kokusu hiç yakışmıyor...
İstanbul’a yakışan balık kokusu. Denizine, yosununa, tepesine, çayırına yaraşan, pul pul gümüşi o balık kokusu.

Kebaba laf etmek değildir amacım, yemyeşilin içinde, pırıl pırıl su kenarında, dağların çamlarına gözünü dikmişken elbet başka yaraşan bulunmaz, bu ortamın dumanı kebaptan tüter amma, İstanbul’da gözünüzün bebeğinde denizin maviliği dalgalanırken, burnunuzu delen balık kokusu olmalı, genziniz balık kokusuyla yanmalı.

Türkiye bizi hak etmiyor. (1.10.2007)

Son zamanlarda kendimle hesaplaşıyorum. Bu hesaplaşmada çok aykırı ya da hatalı şeyler bulamıyorum. Esas itibariyle herşey gayet düzgün gelişmiş, süreç doğru işlemiş, mevcut koşullarımızın elverdiği olanakları en iyi şekilde değerlendirmiş ve iyi kötü işe yarar insanlar haline gelmişiz. Çoğul kullanıyorum zira bu konuda yalnız olmadığımı düşünüyorum, benim gibi pek çok insan var, buna eminim. Hırsız değiliz, namussuz değiliz, şerefsiz değiliz, harama el uzatmış değiliz.

İstanbul’da doğmama rağmen Anadolu kasabasında başlayan çocukluğum, orta halli bir ilkokuldaki ilk tahsilim, çalışkan öğrenciliğim, devlet lisesinden mezuniyetim, bir devlet lisesi çıkışlı için üniversite sınavlarında %1.lik dilime girerek kazanılan okulum ve zamanının en iyi fakültelerinden birinden 21 yaşında mezuniyetim. Öğrencilik yaşamımın paralelinde sanatla uğraşmam, meraklarım, hobilerim, okuduğum sayısız kitap, 13-15 yaşlarımdan beri, ulusumun ve yurdumun sorunları karşısındaki hassasiyetim, duyarlı oluşum, bireysel sorumlulukları farkındalığım, vatanım ve milletim için namuslu, dürüst, faydalı, görevlerinin bilincindeki birey olarak anlamlı dik duruşum.

Bitkiler ve biz (12.9.2007)

Üniversiteden mezun olup yeni çalışmaya başladığım yıllarda okuduğum bir kitaptan söz etmek istiyorum. Bitkilerin Gizli Yaşamı. Bu kitap bitkiler üzerinde yapılmış sayısız deney, araştırma ve gözlemden ibaret olup okurken birçok kereler tüylerimin ürpermesine neden olacak konuları içermekteydi. Hatta ünlü yazar Gothe’nin bitkiler üzerine binlerce deney yapmış bir botanikçi olduğunu da bu kitaptan öğrenmiştim. İşte o zamandan beri benim bitkilere olan yakınlığım birçok hayvanseverin hayvanlarla olan ilişkilerinden daha kuvvetlidir. Açıkçası hayvanları da çok sevmeme rağmen bitkilere bakışım nedense daha farklı. Sanırım onların daha ikinci planda kalması, canlarına çok daha rahat kıyılabilmesi, solup kurulamalarına aldırmazlık beni bu ezilen, zayıf kalan sınıfa biraz daha sempati ile yaklaşmama neden oluyor. Düşünün şimdi küresel ısınma nedeniyle önce susuz bıraktıklarımız bitkiler oldu, oysa onların da bir canı var öyle değil mi? Kaderim bu ne yapayım hep azınlıkta olanın, güçsüz olanın, az olanın tarafında yer aldım. Bazen isteyerek bazen de tamamen iradem dışı. Hem siz başka canlı biliyor musunuz ki buram buram misler gibi koku yayan, işte bu muhteşem kokular esasında bitkilerin yok sandığımız dilleridir, bize anlattıkları işte bu kokuların dansıyladır.

İnsan olmak; yalın olmak, sadece ve sadece insan olmak (12.9.2007)


O kadar zor mu?

Kısa bir yazı olacak bu, öyle olmasını umduğum. Konumun kaynağı çok derin ama o kadar gereksiz bir derinlikte ki, biraz da benim kaçık fikirlerimden biri olarak size aktaracağımdan kısa kesmeyi uygun görüyorum.

Toplumbilim (sosyoloji) biraz meraklılarının bildiği üzere “düşünsel anlamda toplumsal evrimi” basitçe şöyle açıklar: Tarım toplumlarının yönetim ideolojisi Teokrasi yani dine dayalı devlet yönetimi; din devletidir. Toplumlar dinlerine göre sınıflanmış ve devletleşmişlerdir, bu olgudan feodalite güzel beslenmiş belli sınıflar dincilerle ittifak ederek ve dini kullanarak geniş halk kitlelerini sömürmüş, eziyet etmiş, süründürmüştür. Yüzyıllar süren bu süreçte din-mezhep eksenli olarak insanlar bölünmüş birbirine kırdırılmıştır.

Bugün 2 Eylül... (2.9.2007)

Bugün benim için çok özel bir gün. Yıllar önce henüz 22 yaşında üniversiteden mezun olalı sadece bir yıl olmuş ve süreci iş arayarak geçirmiş genç bir mühendis olarak ilk işime başladığım gün. O yıl hava bugün ki gibi kapalı değildi aksine sıcaktan ortalık yanıyordu. Neyse bu yıl da çöl iklimine teslim olmuş İstanbul’un rahat bir nefes aldığı çok özel bir gün. Bu rahat nefesi ben de aldım. Serin serin esen rüzgar, balkonda içtiğim sabah kahvesinin ardından üzerimdeki efkarı sokağa çıkarak dağıtmam gerektiğini bana zerk etti.

Bugün benim için özel bir gün ya işte bu sebeple yazı şeklim biraz değişecek, imla kurallarına uymayacağım ve argo kullanacağım bilginiz olsun, sizden isteğim; okurken sesimi duymaya çalışın, sanki kulağınıza gelsin yazdıklarım; tanıyanlar için bu kolay olabilir ama tanımayanlar için de bir hayal olsun ne diyeyim.

Aklımdan çıkaramadıklarım (24.8.2007)

Çoğumuzun öyle zamanları olmuştur ki bulunduğu ortama doyamamış, tadı damağında kalmıştır. Hala kalbinin bir köşesinde bir kere daha yaşamak umudunu sonsuza kadar taşıdığı öyle anlar, ortamlar ya da mekanlar. Kemik gibi sertleşmiş yapışmış kalmışlardır sizde.

Bugün aklıma bunlar geldi ve şöyle bir düşündüm, gerçekten inanılmaz keyif ve zevk aldığım bu yerleri tek tek düşündüm. Esas itibariyle yer, ortam, çevremdeki insanlar, o an yenen yemek, dinlenen müzik, konuşulanlar vs. hepsi bir araya gelip en iyi birleşimi oluşturarak mükemmellik sözcüğü ile adlandırabilmişlerdir benim zihnimde.

Akıllara selamet niyazıyla (16.8.2007)

Gözümüze göğe diktik bekliyoruz, boynumuz doksan derece bükülü aylardır öylece kalakaldı. Bulutların rengine, hareketine, şekline böylesi bir gözlem hiç yapılmamıştı, bireysel manada hepimiz yağmursuzluğun gün be gün hayatımızı saran olumsuzluğuna, çaresizlik içinde yavaş yavaş teslim oluyoruz.

Susuz, yağmursuz ve üstüne fahiş sıcak içinde geçen günlerimizin beraberinde, ülkemizde akıl yolundan yıllar önce sapılmış olduğunun, yaşamın ve doğanın gerçeklerinden ne denli uzak abuk subuk insanların elinde bugünlere sürüklendiğimizin de kanıtları bir bir önümüze seriliyor.

İklimden değişen haritalar (10.8.2007)

Ankara ve İstanbul’da (olası) su kısıtlamasına gidildiği bu son günlerde kuraklık, dünyanın gittikçe ısındığı, kutuplara yakın memleketlerin 50 yıla kadar yüksek prim yapacağı, günümüzün yeryüzü cennetlerinin çöle dönüşeceği haberleri yağmur gibi yağıyor. Aslında bu konularla çok yakından ilgili olduğumdan ben yıllardır herşeyi farkındayım ama en popülist medyada dahi yer alması, en gırgır haber programlarına dahi konu edilmesi açısından olayın halk tabanına böylesine inmiş olmasından pek memnunum. Hoş bu saatten sonra artık mevlam kayıra saldım çayıra ama ne yapalım, zararın neresinden dönülse kardır. İşi magazine döktüğümüze göre rahatlayabiliriz. Yani musluktan akan su kesilip kirlenince milletin aklı başına gelir gibi oldu, uzun vadede yine bir şey düşünen yok, tıpkı bir paket makarna verip de kandırdığımız gibi milletin suyunu akıtın akabinde yine kimsenin umurunda olmaz herşey unutulur gider.

Aşk yaptırır her şeyi... (1.8.2007)

Son günlerde içinizi karartan olaylardan bıktığınızın farkındayım. Bilmiyorum tabi ki beni okuyan ya da önceki yazılarıma aşina olan var mı? Zaten uzun süredir aşina olanlar bilirler ki Zeynep sadece gezi yazıları yazar. Tatil, gezi, yeme-içme, müze, cadde, sokak, kültür vs.

Yok artık biraz da aşk meşk olaylarına girelim ne dersiniz. Ne de olsa yaz aylarındayız ve kuşkusuz birçoğunuz benim gibi evine ve İstanbul’a hapis ortamlarda değilsiniz. Var mı yeni şeyler? Hadi bu kez yumuşak ve eğlenceli yazalım ve okudukça beraber eğlenelim, gevşeyelim, zira epeyce ihtiyacımız olduğunun farkındayım (aklınıza getirmeye çalıştığım biraz keyif, biraz gülümseyiş, biraz eğlenme ve biraz da kendiniz!).

Tam bağımlı olmak, Özgür olmak ya da Sınırsızlık...(28.7.2007)

Garip kavramlar bunlar, nerede başlar nerede biter, hangisi diğerinin sınırıdır, doğrusu nedir, nesnelliğinden kaynaklanan belirsizlikte ölçüyü tutturamamak bizi nereye götürür. Kişisel midir, toplumsal mı ya da sadece teoride mi. Yazıda, resimde, dilimizde, beynimizde ve en ala’sından sadece konuşmada, sadece tartışmada, sadece bahane üretmekte mi kullanıyoruz veya oynuyoruz biz bu kavramlarla. Bilen varsa söylesin ama bence yanıtı yok.

Düşünmek özgür bir eylem, hayal etmek de öyle. Herkes beyninin tamamen içindekileri konusunda sınırsız özgürdür, müdahale edilemez, çünkü bilinmezdirler. Özgürlüğümüz bize özeldir, bize özel olduğu sürece de olabildiğince özgürüzdür. İçerideyken özgürlüğünü yaşayan tüm düşünce, fikir, hayal, eylem ve plan dışarıya çıktığı anda sınırları çizilir.

Yaş Ortalamasından çakanlar... (24.7.2007)

Merhaba dostlarım. Şu sıralar epeyce sıkıntılı günler geçireceğiz zira elimize aldığımız gazetelerden, izlemek üzere açtığımız TV kanallarına kadar yer gök seçim sonucu analizleri, hezimete uğrayanların bahaneleri, galip gelenlerin sığlık ve çiğlikleri, en başta da kendini yorumcu ilan edenlerin ukalalıkları, Allah hepimize sabır versin.

Ancak yaşadığımız coğrafya da bizim siyasetten uzak kalmamıza izin vermiyor, ister istemez kendimizi bu hengamenin içinde buluyoruz. Ben gazeteci değilim, siyasetçi hiç değilim, sosyal bilimler alanında eğitim almış biri de değilim. Topluma, ülkesine uzak kalmamayı tercih etmiş, halkının dertlerini anlamaya ve algılamaya çalışan duyarlı ve eğitimli bir yurttaşım. Hem çözümün sadece siyasi partiler ve seçimlerde olduğuna da inanmıyorum. Ver oyunu çekil kenara ondan sonra da vızır vızır sağda solda söylen dur; yok öyle şey.

Ayağı yere basmak... (5.7.2007)

1980.lerin ülkemize armağan ettiği ve putlaştırıldığı için hala canına rahmet okunan (!) pek mukaddes devlet büyüğümüzün memleketimizi asfalt ağlarla donatması nedeniyle hergün kucak dolusu trafik kurbanını toprağa veriyoruz. Hele bir de karayollarını kullanmak zorunda bırakılan insanımız, üstüne üstlük toplu taşıma araçlarına binmek gibi bir aşağılık kompleksini de bünyesinde barındırınca Azrail’e fazla mesai yaptırıyoruz. Son 25 yıldır katillerin veya katil adaylarının kol gezdiği, ayrıca her türlü güvenlik unsurundan yoksun olarak aceleyle inşa edilmiş yollarımız sayesinde dünyada birinciliği kimseye bırakmıyoruz.  Bu günahlar nereye sığacak bilmiyorum ama bu kadar ölü ile Irak’a bağımsızlığını tekrar kazandırabilirdik.

Çok yakınımız olan bir bayanın eşini İstanbul Dolmabahçe’de trafik kazasında kaybedinceye kadar şehir içinde ölümle sonuçlanan bir olay ile ogüne kadar hiç karşılaşmamıştık. 1985 yılında gece yarısı arabasıyla giderken Dolmabahçe Sarayının kapısı önündeki ulu çınar ağaçlarından birine çarparak yaptığı kaza sonucu hemen ölmüştü genç baba.

Günümüzün ve geleceğin kaçınılmaz sonu: İşsizlik (28.6.2007)

Dünyanın sonu geldi edebiyatını çok okuyor ve dinliyoruz, gerek iklimsel değişimler, gerek çevre koşulları, gerek insanın doğaya hükmedişi ve onun düzenini bozan gelişmelere imza atışı, otomasyon, beyinsel olması da dahil insan emeğine ihtiyaç kalmaması gibi nedenlere bağlanarak iki de bir karşımıza çıkan bu söylemle hergün bir korku sarmalının içine çekiliyoruz. Sonuçta en gelişmişinden en geri kalmışına, zengininden en fakirine kadar tehlike hepimiz için geçerli, çağlar boyu sallan yuvarlan, değiş, dönüş, geliş, uç ve sonuç: Hepimiz işsiziz. İşimiz olmadan yaşamak zorunda bırakılarak ya da olsa bile kapasitemizin çok altında kalarak veya hiç ilgimiz olmayan yerlerde çalışmak durumunda olarak işsizlik ekolünün yeni üyeleri şeklinde terfi edip duruyoruz.

Bu bir zincirlemeden ibaret. Her sonuç yeni bir başlangıcın nedeni, sonuç – neden – sonuç –yeni neden... böyle gidiyoruz. Kısa geçiyorum.


Doğa tüm dengelerini kurmuştur aslında. Bitkiler, hayvanlar, buzdağları, ormanlar, çöller, ırmaklar, madenler, denizler, göller... hepsi bir nedeni olduğu ve bu düzene katkısı olduğu için buradalar; bir sonuca dönüşümün emektarları. Peki ya insanlar. Sorarım insan neye yarıyor? Toprağı mı kabartıyor (köstebek veya küçük diğer canlılar, örneğin solucanlar gibi), diğer hayvanlara yem mi oluyor (ceylanlar, kurtçuklar, balıklar gibi), yağmurları mı getiriyorlar (ağaçlar gibi), tohumları mı taşıyorlar (rüzgarlar gibi), bitkileri mi döllüyorlar (arılar gibi). Hiç kendinizi yormayın hiçbir halta yaramıyor insanoğlu. İşe yarasa bile faydasından çok zararı var. Çünkü bu düzeni, dengeyi bozacak bir sürü etkiyi tetiklemek, doğrudan ortaya çıkartmak ve uygulamak başlıca görevi haline gelmiş, rahat durmuyor. Bir kere çok fazla ürüyor, dünyanın daha doğrusu doğanın istemediği barındıramayacağı kadar çok ürüyor. Çoğaldığı için yok ettikleri de artıyor, yiyecekleri tüketiyor, suyu harcıyor, barınmak için ormanları yok ediyor, hayvanları yiyor, balıkları bitiriyor. Öyle de pis ki bu insanoğlu geri dönüşümü olmayan zehirli tonlarca atık üreterek doğayı işgal edip öldürüyor, doymak bilmeyen ihtiraslı bir yaratık, yaratmadan, yerine koymadan yok ediyor. Bu kaynak tüketiminin dışında sayısı inanılmaz bir hızla arttığından birbirinden, cinsinden, türünden de rahatsız oluyor. Büyük bir yarışa giriyor, kısıtlı sayıdaki olanaklara talip binlerce kopyası var. Bu rahatsızlık büyük toplumlar anlamında savaşlara yol açıyor, toplumlar arası anlamsız paylaşım kavgası savaş üstüne savaşı getiriyor. Bireyler anlamında birbirini yok etme, birbirinin kazancına göz dikme, sırtından geçinme, ilk fırsatta yanındakini tepe taklak etme gibi eylemleriyle hücresel anlamda mini savaşlarla gerginliği en alt seviyeye indiriyor.

Oysa bir bizon sürüsüne bakalım, her yıl bahar döneminde belirli sayıda doğan yavrular, bir bölümü aslanlara yem olarak doğanın diğer denge zincirine hizmet ederken kalanlar yaşamlarına güzel güzel devam ediyor. Bizim insan oğlu ise bir yandan yeni yeni yavrular meydana getirirken kendisinin olmayanları-diğerlerinin yavrularını yok etmek, yaşamın dibine gömmek, sürmek için uğraşıyor (bu arada zevk için üreme aktivitesine giren tek canlı da o). Sokaklar yarın birbirinin gözünü oyacak güzel güzel bebeklerle dolu, biz bunları agucuk gugucuk diye şimdi pusetlerinde okşuyoruz ama kim bilebilir ki 20 yıl sonra bizi ya da yavrumuzu ya da torunumuzu öldürmeyeceğini, kardeşimizin, yeğenimizin ayağını kaydırıp işini elinden almayacağını. Ya da çevreye zarar vermek suretiyle dibinde dünyayı iklimsel değişim felaketine teslim eden nükleer patlamaların şalterini indirmeyeceğini, atıkları denizlere gönderen, toprağa gömen devletlerin başkanları olmayacağını. Peki hangi bizon diğer bizona bunu yapardı. Asla!

Bütün bu olumsuz yönlerini düzeltmek için dahi “bile bile” bir şey yapmayan insan, sürekli kendi ömrünü uzatma, ölümü uzaklaştırma, hastalıklara çare bulma, kendini kopyalama, eşeysiz-suni bebekler yapma gibi çalışmalarını tam gaz devam ettiriyor, doğallığa teslimiyeti asla kabul etmiyor. Oysa doğa yenilmeye niyetli değil, mücadeleye devam ediyor, yeni yeni virüsler türetiyor, hastalıklar ortaya çıkartıyor, yaşamı zorlaştıran geri dönüşlerle insana cevap vermeye çalışıyor, seller, depremler, kasırgalar ile ders vermeye çabalıyor, tabii esas itibariyle dünyayı tümden ortadan kaldırmak elinde ama diğer canlılarına kıyamıyor. İnsanoğlu marifetlerini ve bunun sonuçlarını üstelik felaket senaryoları ile birbirine anlatmayı pek güzel becerirken, doğanın anlattıkları, verdiği cevap bize epey pahalıya patlıyor, herşeyi farkındayız ama katiyen değişmiyoruz, ölüyoruz, hastalanıyoruz, kirleniyoruz ve sonuçta; tarım alanlarımız azalıyor, çiftçimiz, köylümüz İŞSİZ, hammaddelerimiz azalıyor, işçi, emekçi İŞSİZ. Sayımız çok arttı, ihtiyaçtan çok fazla kalifiye eleman var, teknisyenimiz, mühendisimiz İŞSİZ. Uzmanlaşamayan, çünkü ihtiyaç olduğu halde kendini yetiştirecek bilgili ve deneyimlisi bulunamayan doktorumuz İŞSİZ. Satıhta kalan zayıf bilgi ve beceri ile donatılmış insan sürüsü çalışmadan, katkısız, anlamsız bir organizma şeklinde kıtaları, ülkeleri, adaları dolduruyor, yaşayan tüm diğer canlıların yerine geçmeye çabalıyor, çünkü İŞSİZ ve dünyaya çok FAZLA.

Bırakalım artık daha fazla buluş yapmayı ya da kontrol altına alalım bu gidişi, bir portakalı sıkmak için 10 farklı düğmesi olan aletler yapmayı, gerekirse hastalanalım, gerekliyse çocuğumuz olmasın, zamanımız dolduysa ölelim, bir timsaha yem olalım onun karnını doyurmak için. Sözkonusu insan olunca yaşam duracaksa ve herşey tersine dönecekse; insan olmayalım, çürüyüp toprağa karışalım, bakteriler yok etsin bizi, gübre olup verimi olalım buğdayın, yoncanın, çiçeğin. Yer açalım arkamızdan gelen türümüze. 70 yıl  yaşamakla 100 yıl yaşamanın veya 150 yıl! Ne farkı var ki? Ölüm korkulacak kaçılacak bir olgu değil, ölümü sevelim.

2007


7 Mayıs 2011 Cumartesi

Ah bizim bakkallarımız, neredesiniz.... (21.6.2007)

Son bir yıldır dedikodu mahiyetinde defalarca kulağımıza çalınan, son bir hafta-on gündür de ekonomi sayfalarında kesinliğe kavuşmuş bir haber olarak okuduğum büyük satış olayına değinmek istiyorum bugün. Ülkemizde onlarca işletme, kurum, kuruluş, ekonomimizin temel taşı birçok yer satıldı, devredildi, hisselerindeki yerli payı küçültüldü, vs. alıştık artık ama son haber nedense benim feci halde içimi burktu. MİGROS satılıyor(muş). Sonunda MİGROS’u da veriyoruz.

Şimdi diyeceksiniz; onca stratejik önemi olan, bizi yerden yere vuracak, arkasından ağıtlar yakılacak yerler satılmışken Migros’u kim düşünür. Bence düşünmeliyiz. O, yaşamda kalmanın birinci koşulunu karşılayan sektörün halka (!) ulaştığı noktadır. ŞOK marketleri ile, devasa MMM.lik büyük mağazaları ile ve bundan 2 yıl önce satın aldığı TANSAŞ’ları ile %100 yerli sermayeyi barındırarak hayatına devam eden biricik bakkallarımızdır. Birisi geliyor, çok para veriliyor diye hop satıyor mağazaları. Arkasında ekonomik cinliklerin cirit attığı, bizim gibi aklıevvellerin kafasının basmayacağı bir hareket olduğu kesin, çok basit zavallılığımızla bundan üzüntü duymak bazılarına komik gelebilir ancak yine de gidiyor işte. O büyük adamlar, çok bilenler, ekonominin kaptanları, ceplerinin korucuları satıyor, satılmasına göz yumuyor.

Hüzün (15.5.2007)

Hüzün... hüznü saklamak sözcüklerde, yüreğinde, kılığında, yüzünde... zor olsa gerek. 

Bazen düşünüyorum da ne şanssız bir coğrafyanın çocuklarıyız diye içimden geçiriyorum, bu coğrafya ki; içeridekileri köpek dişleri ile parça parça etmek üzere zincirlerinden kurtulmayı bekleyen, insan demeye dilimin varmadığı siyasi düzenbazlar ve onların sivri tırnaklı, pençeleri yırtık piyonları ile çevrili vahşet dünyası, her yan ateş hattı, ortalık yanıp kavruluyor, kan ve nefret kokusu midenizi bulandırıp yüreğinizi buruyor. Bu dünyada herkes gibi yaşamak hakkı olan ama yaşayamayan, ölen, parçalanan binlerce insan, çocuk her an gözünüzün önünde. Kendi kişisel sorunlarınıza bir de ülkenizin ve çok yakınındakilerin sorunları ekleniyor, duyarsız kalabilmek imkansız, sağınızdaki ya da solunuzdakine üzülmekten, acımaktan, haksızlıklara öfkelenmekten ruhunuz üşüyor, kararıyor, ister istemez “mutsuzluk” olmasa da bir şekilde hüznün egemenliği altına giriyor ve bunu dışa vuruyorsunuz. Yüzünüz kasılıyor bazen elleriniz uyuşuyor, öfkeyle doluyorsunuz, sinirle soluyorsunuz ister istemez.

Bizi mutlu eden, hayallerimiz (9.4.2007)

Çok sık olmasa da hepimiz hayal kurarız, hepimizin gerçekleşmesini istediğimiz ya da dilediğimiz hayalleri vardır. Bunları beklemek, beklerken umut etmek bizi oyalar, oyalarken de mutlu kılar. Mutluluk için güzel bir ilaçtır hayal etmek (gerçi çikolatadan sonra ikinci sırada gelebilir). Olaya daha gerçekçi yaklaşanlar “kendini aldatmak” diye tanımlayabilir ama bilin ki gizli gizli hayal kurar onlar da, sorun hepsine; “yok”, “asla” deseler bile yalandır, vardır mutlaka gizli köşelerde bir hayalleri.

Peki hiç düşündünüz mü; aslında gerçekleşmesini için için istemediğimiz hayallerimiz de vardır, bunu aslında bilmeyiz ancak gerçekleştiğinde hiç de beklediğimiz, hayal ettiğimiz gibi olmadığını gördüğümüz hayallerimizden söz ediyorum. Ulaşılmazlığın verdiği zevk, keyif, merak ve mutluluk öylesine güçlüdür ve tatmin edicidir ki, herşey bir anda oluverdiği zaman derin bir boşluk, ne yapacağını bilmezlik, boşvermişlik egemen olur ruhumuza.  Ben bunlara bizi mutlu eden hayallerimiz diyorum. Biz onları beklerken huzurlu ve mutluyuzdur, avunuruz, geciktiririz birçok şeyi yaşamımızda, nasılsa koyduk ya önümüze sanallığı, istediğimiz kadar büyüttük ya kafamızda, yan gelip yatmak varken niye gerçekleşmesi için uğraşalım ya da gerçekleştiğinde devamı için çaba sarf edelim ki?

Rahatsız oluruz onlardan, güzelliklerinden ve hayatımıza katacağı mükemmellikten, batar bize adeta, “niye oldu şimdi bu ya” der, şikayet eder, bir bit yeniği illaki ters bir detay arar, iyice sinir oluruz. İyi düşünün, iyice düşünün, gerçek olduğunu gözlemleyeceksiniz sözlerimin... ve kendinize itiraf edin!

O zaman ne yapalım, o kadar büyük hayaller kurmayalım, aşırı dozdan kurban olmayalım, hayallerimiz asla bencil olmasın, sadece kendimizi ilgilendiren şeyler üzerine kurgulamayalım hiçbir şeyi; onları paylaştıralım, paydaş bulalım, ortak koşalım en hayalinden, buna zorunlu kılarak kendimizi hayal etmek sorumluluğunu omuzlarımızda taşıyalım. Bu sorumluluğu unutmayalım hiç; yaygın, yayılabilir ve topluca güzellikleri beraberinde getirerek gerçekleşen en uç noktadaki bir hayal asla yukarılarda anlattığımız gibi sonuçlarla yüz yüze getirmez bizi. Yakaladık mı bırakmamak için bir sürü gibi koşabiliriz peşinden veya koşarken sürü gibi çoğalabiliriz, çoğaltabiliriz, hatta yardım alırız çevremizden ve gidebiliriz daha ötesine, birlikte, beraberce, tek başına değil çok başına olarak uçarız gökyüzüne, yıldızlara... çünkü hayaller yıldızlarda gizlidir, orada bekler bizi. Başımızı göğe kaldırıp da umutlarımıza çıplak gözle bakalım geceler boyu, çekip alalım aşağıya tümünü-insanlık boyu.


Tarihi eserlerimiz... (6.6.2007)

Ben baharın ve ilk yazın güzelliklerini yaşarken, balkonumdaki yavru kumruların gün be gün büyümesini izleyip mutluluktan gevşerken, akşam yağan sağanak sonrası evime dolan mis toprak kokusu ile huzura varabiliyorken, televizyonu izlediğimde ya da gazeteleri elime aldığımda bir anda sinir küpüne dönüşüyor bir ateş topu olabiliyorum. Bu ülkede siyasetten uzak kalmaya çalıştıkça içine çekilip duruyor, konuşmadan, tartışmadan, yazmadan duramıyorum. Neresine baksanız işler tam bir arapsaçı, saçma sapan gelişmeler, abuk sabuk yer değiştirmeler, dönmeler, fırıldaklar, geçişler, ayrılışlar. İki gündür çıldırmak üzereyim.

İlk seslenişim Kapadokya Bölgesine turistik organizasyonlar düzenleyen turizmcilere. Turlarınıza ücretsiz olarak Ankara TBMM gezisi dahil edin, zira yabancı konuklarımız için dünyanın en yaşlı meclisini görmek ve oradaki tarihi eserleri izlemek pek ilginç olacaktır. Ne demek istediğimi anladınız, 2007 seçimleri sonucunda meclisimiz yine yaşlı, herbiri bence arkeolojik eser haline gelmiş, artık görevlerini tamamlamış fosillerle dolacak.

Bahar Konukları... (31.5.2007)

Bundan beş yıl önce penceremizin denizliğine yuva yapan kumruları görünce çok şaşırmıştık. Bu hayvanlar nereden bulmuşlardı ki bizim pencerenin önünü. 17 yıldan beri ilk kez başımıza gelen bu olay karşısında elimiz ayağımız birbirine girmiş, acemiliğimizden dolayı hayvanların hayatına kastedeceğimiz korkusuyla herşeyi oluruna bırakmıştık. Nereden bilebilirdik ki, National Geoghraphic belgesellerine danışmanlık yapabilecek ölçüde Kumru Uzmanı olacağımızı.

İlk aile öncelikle yanlış pencereyi seçtiği ve biz de müdahalede bulunmadığımız için felaketle karşılaştı, o yaz, hava sıcaklığı Temmuz sonunda 40 dereceyi bulduğundan ve de seçtikleri yer öğleden sonra sürekli güneş alan yöne baktığından, yavrular yaşam kavgalarında yenik düştüler ve resmen pişerek öldüler. Üzüntü çok büyük oldu tabii. Olay bununla kapanmadı aynı yer sonbahara doğru yine bir yuva oldu, bu sefer yavruların başında ailecek nöbet tuttuk; öncelikle kargalardan koruduk, sonra da uçma idmanlarında düşmeleri halinde bahçemizin kedilerine yem olmalarını önlemek amacıyla bahçede başlarında bekledik. Sonuç son derece başarılıydı; yavrular çok çok güzel ve yakışıklı iki yetişkin haline gelerek yaşama uçtular.

Kadın seçendir, seçilmesi mümkün değildir... (25.5.2007)

Ülkemiz 14 Nisan’la tetiklenen ve devamında hiç de akla gelmeyecek değişikleri beraberinde getiren çılgın bir sürecin içinde. Başdöndürücü bir hızla değişimler ve gelişmeler yaşanıyor, an be an yeni haberler gündeme düşüyor, biraz ilginiz varsa başınızı gazete ve internet sitelerinden kaldıramıyorsunuz. Sadece bir ay gibi çok kısa zamanda yaşadıklarımızı özetlersek; cumhurbaşkanı seçilemedi, inadına seçim harekatı Anayasa Mahkemesinden döndü, erken seçim kararı alındı, meydanlar milyonlarla doldu, halk hareketinin yansımaları merkez sağda ve solda birleşme, işbirliği, evlilik, nişan vs. gibi sonuçları beraberinde getirdi, el sıkışmalar, omuz vermeler, isim değişiklikleri, yorumlar, yazılar, açıkoturumlar tam gaz devam edecek ve ülkemiz 2 ay boyunca seçim dönemi girdapları, çalkantıları, hareketliliği ile dolacak, hayatımız pek renklenecek. Tüm bunların sonucunda 22 Temmuz sonrası meclis de epey renklenecek! Ömrümüz yeter de görürüz inşaallah. 

Kandırılmaktan bıkmadık.... (10.5.2007)

Geçmişe şöyle bir yolculuk yapıp da eskiden ne büyük zevklerle ve heyecanlarla karşıladığımız ya da pek bir bayıldığımız birçok yeni ürünün ya da yaşama dair bize dayatılmaya çalışılan alışkanlıkların nasıl da büyük kandırmacalar olduğunu, tüketim canavarının pençesinde nasıl da derin yaralar aldığımızı anlatmak istiyorum biraz.

Hızlı yemek, ayaküstü atıştırmak kültürünün Mc Donald’s denen restoranlar zinciri ile ülkemizi işgali yanılmıyorsam 1987 yılına rastlar. Henüz üniversite öğrencisi olan ve kantinden kaşarlı tost almaktan başka ayaküstü yemek şekli bilmeyen benim için ilk zamanlarda çok büyük bir heyecandı. Hem ucuz hem de bir sürü “zararlı” katkı maddeleri ile lezzetlendirilmiş bu yapay beslenme şekli pek hoşumuza gitmişti kuşağımla beraber, üç beş seanstan sonra tadım kalmadı, sanki bir önsezi ile kurtardım kendimi buralardan. Bugün geldiğimiz nokta – hızlı yemek çok zararlı, ağır ağır yemek yemeliyiz – defalarca kullanılmış yağda kızarmış yiyecekler kalp ve damar hastalıklarının bir numaralı sebebi ve YASAK – şoklama yöntemi ile pişirilen yiyecekler kanserojen – Mc Donald’s ve benzerleri ABD ye giden paramız demek – genleri ile oynanmış ürünler; başta patates ve mısır külliyen ağıza alınacak şeyler değil.

Robotlaşmak... (5.5.2007)

Birgün böyle bir yazı yazacağımı söyleseler asla inanmazdım, hatta bırakın yazmayı böyle bir konu için iki üç cümle etrafında konuşarak zaman harcamak ve çene yormak bana saçma dahi gelebilirdi. Büyük laf etmişim buyurun yazıyorum.

Sonunda bilimkurgu filmlerde izlediğimiz robotların esiri olmuşuz da haberimiz yokmuş. Robotların, akıllı makinelerin, bilgisayarların, kontrol ekipmanlarının kısacası kendi ürettiğimiz ve yaşamımızı kolaylaştırdığına kendimizi inandırdığımız ne var ne yok tüm cihazlara tutsak olmuş, onlara bağımlı hale gelmişiz. Onlar olmadan elimizi, ne eli-parmağımızı oynatamıyoruz. Sağda solda kendimizi paraladığımız, yok tarımda bağımlıyız, yok sanayide sömürülüyoruz, yok sermaye dışarı kaçıyor vs. gibi konuların sıraları çok gerilere düşmüştür, bunlar geyik muhabbeti; biz evimize soktuğumuz, masamıza yerleştirdiğimiz anda bir bilgisayar tutsağıyız. O tutsaklık bizim tüm kaynaklarımızı sömüren düzenin ilk adımı, temeli. Nasıl mı anladım?

Yaz sıcağında sandık başı.... (6.5.2007)

Gün geçmiyor ki yeni bir olay kapımızı çalmasın. Hergün bir öncekini aratan saçmalıklar, gündemi sürekli meşgul eden ve bir ton çenenin düşmesine neden olan yazılar, konuşmalar, eylemler, tartışmalar. Bilen bilmeyen, anlayan anlamayan herkes yorum peşinde, ağzı olan konuşuyor modelinde devam eden bir yaşam.

Ben iyi kötü bu memleketin 35 yılına tanık olmuş biriyim, bunun içinde “sözde anarşinin”; paralı anarşistlerine sapır sapır öğrenci kıyımı yaptırdığı yıllardan tutun da 1980’nin korku ve dehşet kokan rüzgarlarının estiği üniversite öğrenciliği yıllarına, yine Özalizm’in toplumun genlerini kirlettiği, sosyal uçurumları dev makinelerle açtığı yıllara kadar hatırı sayılır dönemleri yaşadım, yaşıyorum. Eskiden periyotlar daha uzunken şimdi günlere saatlere indirgenmiş bir yapıyla karşı karşıyayız. Birbirini çürüten komplo teorileri ile yuvarlanıp gidiyoruz, tam bir magazin ortamı.

Dayanamıyorum (1.9.2006)

Ah artık dayanamıyorum bazen beni ilk gençliğime götüren ipuçlarına, böylesi çabuk geçmemeli, herşey böyle geride kalmamalıydı. Hele o şarkılar yok mu, onlar hala ilk günlerindeki gibi canlı canlı çalıyorlarken, biz yaşlanmış, yorgun ve yüreği buruk kalıveriyoruz yanlarında.
Kıçımda kirli kotum, arkadan tek örgü belime uzattığım saçlarımı hatırlıyorum, yüzüm daha yuvarlaktı, gözlerimse daha parlak. Sadece ana-babamın verdiği harçlığım varken aldığım yeni pembe gömleğime sevinebiliyordum.

Uçurumlar... (24.4.2007)

Kafamı feci şekilde taktım dostlar. Aslında çocukluğumdan beri feci takığımdır bu konuya ama, aradaki mesafe aşılamaz boyuta vardığından, dibi olmayan, gittikçe derinleşen uçurumun iki yakasındaki insan dağılımının eşitsizliği tanımlamaz boyuta ulaştığından artık tam takmış vaziyetteyim. Midem bulanıyor, tiksiniyorum. İnsan duyarsızlığının böylesi artmasından, duygusal vahşileşmeden, aldırmazlıktan, acımasızlıktan tiksiniyorum.

Sokaklarda yürürken izlediğim insanların haline bakıyorum, bir model tip yaratıldı, herkes aynı sanki, savaş yıldızının Saylonları gibi oldu millet. Kıyafetler aynı, saçlar aynı, ağız yüz, gözlükler aynı. Yaratılan modele uygun olmak asli görev olmuş, bu uğurda paralar harcanıyor, sağlıklar tehlikeye atılıyor, üstelik ortada bırakın bir insana bir karıncaya bile yararı dokunacak bir aktivite de yok. Boşa geçen zaman, boşa harcanan kaynaklar. Silkinelim ve biraz kendimize gelelim

Hep deriz ya... (16.8.2006)

Hep deriz ya...
Bize birşey olmaz,
Uzaktan izleriz hep
Hayal gibi, oyun gibi
Hep deriz aptalca
Bize birşey olmaz diye
Ama olacak işte
Birgün bizim ülkemizi de işgal edecekler
Evimizi, işimizi
herşeyimizi
Önce sudan çıkmış balığa döneceğiz
Donup kalacağız
Birçoğumuz ne olduğunu anlamayacak bile
Birazımız, çok azımız direneceğiz.
ama

Merhaba Sevgili Arkadaşlarım (27.10.2007)

27 Ekim 2006 da başlayan enfes tatilim epey uzun sürdü, bitmeden safha safha yazmayı arzu ettim, hatta yazmayı görev bildim. Hadi gelin yamacıma da birlikte okuyalım. Aylar oldu dile kolay.

Bunun yılbaşına kadar ki iki aylık dönemi tamamen dinlenme ve beyin arıtmaya ayrıldı, artık aklınıza ne geliyorsa hepsi yapıldı, bütün gün internette gezinmeler, msn.de chat yapmalar, hiç alakam olmayan tüm saçmalıklar hepsi elden geçti. 40’ından sonra azanı teneşir paklar atasözümüzün hışmına uğramadan Ocak-5 den itibaren de iş başvuruları ve görüşmeler zinciri birbirini kovaladı. Arada yeni bir işe başladım, işte bu yeni başlangıç aklımı başıma getirdi. Ben artık herhangi bir yerde en düzünden bir eleman olarak çalışacak durumda değildim, gözüm açıldı, kendimi çok daha vasıflı, üstün, elit yerlerde olmaya layık bulduğumdan mücevher gibi değerli işler olmadıkça ilgilenmemeye karar verdim. İş yaşamım, kariyerim daha farklı olmalıydı, “işim” kendini bana göre ayarlamalıydı, kısacası artık külahları değişmiştik. Zira ben artık bir hanımefendiydim, sadece ben değil, birşeyler de bana layık olmalıydı, olmuyorsa da yolumuzu başka tarafa çevirir, yaşamaya devam ederdik. Kısacası hayatımın rekorunu kırdım son işimden 5 gün içinde ayrıldım (eski rekorum 21 gün idi) Bütün bu ipleri koparma aşamasına gelinceye kadar yaşadıklarımı da paylaşmak istiyorum.

Çocuklarımız (12.4.2007)

Dünyada dengeler asla eskisine dönülemeyecek boyutta bozulmaya devam ederken farkına vardım ki buna ençok hizmet eden bizleriz. Evet bizleriz ve farkında değiliz. Biz olarak; orta seviyede olan bazı şeylerden haberi olan ama bunu beyninde simüle etmeyen, ortama teslim olmuş kesimden söz ediyorum. Hepimiz bir tüketim çılgınlığının pençesine düşmüşüz, bence kanserden daha kötü ve tedavisi mümkün olmayan bu hastalığın elinde perişan olmaya da inatla devam ediyoruz. Hiçbir anlamı olmayan bir açgözlülükle dünya kaynaklarını yok edip duruyoruz, köyünde yaşayan, evi ve etrafındaki üç beş mekanla hayatı sınırlanmış küçük toplum insanları öylesine naif ve doyumlular ki, biz onların bir ömür boyu tüketeceklerinin hakkından bir yılda geliveriyoruz. Mistik düşünürsek biz Allahın en büyük cezaları vereceği en günahkar kullarıyız.

Erkenden yazılmış bir yazı (4.4.2007)

Sonunda kararımı verdim beyaz sayfalar. 40 yaşıma varmadan yaşamıma yeni bir yön vermeli üstelik de bu yön tam ters ya da yepyeni hiç bilmediğim tarafa olmalıydı. Oldu da; eylemsel anlamda değil ama düşünsel anlamda olay tamamdı. Benim önümdeki beş ayı bir şekilde geçirmem gerekliydi ki bunu para kazanarak yaparsam kadayıf üstü kaymak olacaktı. Ondan sonrası Allah kerim. Niye mi beş ay? Çünkü bu yazıyı kaleme aldığım Nisan ayı itibariyle önümdeki beş ay yaza karşı gelmekte olup yazın da insanın atıl zamanları olacağındandı. Birden aklıma geldi bu değişimin nedeni neydi? İşte tahminim :

Sanırım sendrom böyle bir şey. 40 yaş sendromu. 30-35 yaş sendromu evlenememiş olmak, sevgilisi olmamak, erkek arkadaş bulamamak ve sürekli aramak girdapları şeklinde tezahür ederken 40 yaş sendromu bambaşka imiş.  Bence pek de tatlı imiş, sevdim. Genelde evli olanlar bu yaşta doğurmaya kalkarlar (neyi kanıtlayacaklarsa); güya beden yenilenirmiş, bilmem ben doğurmadım evli de değilim. Bekarlar ise oh çok şükür bekar kalmayı başardım, peki bunun değerini niye bilemedim ki; eyvah çok geç kaldım son dakikalarda hayatıma yeni bir yön vermeli, herşeye baştan başlamalıyım gibi bir düşüncenin egemenliğine boyun eğip hız alıyorlar(mış).

Mutlu olduğum anlar (10.6.2006)


Ortalama insan ömrüne değer biçilen yarıömrü geçirdiğim şu yıllarda küçük bir çözümleme yapmam gerektiğini düşündüm, bugüne kadar neler yaşadım, önemi var mıydı, hayat bana ne kadar tat verdi? Bunları bir masaya yatırmalı ve saptalamalarda bulunmalıydım. Epeyce düşündüm gerçekten hayatım boyunca mutlu olduğum o kadar az an vardı ki sonunda çok mutlu olmadığımı, mutsuz bir yaşamım olduğu sonucuna eriştim... mutlu saydığım anlar da kimilerinin gülerek karşılayacağı kadar küçük şeylerdi. Ne yazık ki ben ancak bu kadar mutlu olabilmiştim, bu kadarcıktı benim mutluluklarım.

Kaçmak.... (1.9.2001 - GECE)

Kimi zaman alışkanlıklarınızdan, yaptıklarınızdan, ailenizden, çevrenizden belki de sevdiğiniz herşeyden uzaklaşmak, vazgeçmek isteği benliğinizi kaplar... bir tür deşarj eğilimi ya da belki yeniden doğum anına dönmek, herşeye sıfırdan başlamak gibi... gerçekleşmeyecek bir düştür hepimiz için ancak, zaman zaman bunu istemeyen de olmamıştır aramızda... iddia ediyorum, kesinlikle böyledir: Hayata baştan başlamak... dünya etrafınızda dönmeye başlasa, size fırsatlar verilse, tek tek tekrardan başlasanız yaşamınızın her dilimine, tanrı ortaya çıksa ve  “dile benden ne dilersen” deyiverse ne güzel olurdu... bir masal dünyasına sürüklenip mutlu olsak!

Masallar; onlar hayal dünyanızın ta diplerine kadar akar, düşleri harekete geçirir ve mutlu eder... su katılmadık romantiklerdir onlar...

Aramıza biri sızıyor.... (13.4.2006)

Yaklaşık bir ay kadar önce Genel Müdürlük Binasından içeri sızan birşey görmüştüm, sabahın 7.30’unda uyku sersemi olmaktan malum; hiçbir şey anlayamamıştım... geçen sabah yan kapıdan girerken, sızıntının aramıza katılmak isteyen bir sarmaşık olduğunu ve olanca hızıyla ilerlediğini fark ettim... bu sabah ise bunu herkesin fark etmesini istedim -  üşenmedim - resimlerini çekerek kayıt defterimdeki birikimlerin arasına kattım...

Ne yapmak istiyordu ki bu yeşillik ? Sarıp sarmalayıp toplamak mı istiyordu bizi biraraya... ya da baharın ve ardından gelecek yazın sıcaklığını yanımıza mı getirmeye çalışıyordu ?... yeşilliklerden uzaklaştığımız son yıllarda doğadan bize ulaştırmak istediği haberleri mi vardı? Son zamanlarda bunaldığımız savaş görüntülerinden birazcık uzaklaşmak, yüzümüze gülümseme katmak için görevlendirilmiş miydi yoksa?