Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








22 Mart 2012 Perşembe

Aklımı Seveyim (22 mart 2012)

Bir şey fark ettim, sanırım isabetli bir farkına varma durumu bu. Niye bilmiyorum, belki biri bana nedenini söyler diye de ümitliyim. Fazla kitap karıştırmaya, eğitim almaya, konuyu çok araştırıp bulandırmaya, Amerika’yı onuncu kere keşfetmeye gerek yok. AKIL var ya akıl. İnsan, aklıyla her şeyi çözümleyebilir. Aklını çarpıştıracaksın. Onlarca çıktısını dökeceksin kucağına, gümbür gümbür çarpıştıracaksın. Doğada tüm sorunlar ve çözümler mevcut. Hangi parçanın hangisiyle eşleştiğini bu AKIL denen mucize sana buluyor. Gerisi lafıgüzaf, hikaye, gösteri. Ne dersen de işte.

Benim aklım da var olan bir şeyi yeni keşfetti. Geç oldu ama mutluyum.

6 Mart 2012 Salı

GÜN ... (8 mart 2012)

Ne çok anlama gelmekte.
Gün;  güneş demek, gündüz demek
Gün;  bir döngü demek, döngülerin gerçekleştiği an demek
Gün; aydınlık demek
Gün; toplumsal bir faaliyet, bir buluşma, görüşme demek
Gün; pasta, çörek, börek, kurabiye, tatlı demek
Gün; dedikodu, kalabalık, örgü, tığ demek
Gün; anma, eğlenme, tınma, idrak etme, kendine gelme demek
Gün; 1 Eylül demek, Mayıs demek, 8 Mart demek

Gün; BARIŞ demek, ANNELER demek, KADINLAR demek
Evet bir 8 mart daha kapımızın dibinde, geldi dayandı. Bayramda anamızın elini öptük, gittik karımızı, kızımızı dövdük. Anneler gününde anamızın yanaklarından öptük, gittik karımızı bıçaklayıp öldürdük, kız yeğenimize ya da evladımıza tecavüz ettik. Rastladık bir yerde, halamızın, babaannemizin elini öptük, sarıldık, kutlaştık, sonra gittik kızkardeşimize , töre deyip  acımadan onu bir güzel öldürdük. Başımızın tacı dedik, suratını morarttık, ağzını burnunu kanattık, tacımıza renk kattık. Sevdiğimiz dedik, aşkına kendimizi yollara vurduk, yan  baktı diye kafasını gözünü patlattık, yetmedi lime lime doğradık.  Çocuklarımın anası diye güya yücelttik, oysa derdimiz çocuklarımızın anası olması değil, namusumuzun ana yaftası olmasıydı, ilk fırsatta ya yüzünü kezzapladık, ya burnunu kestik ya da taşlayıp öldürdük.   

Babamızdan dayak yerken anamıza arka çıktık, koruduk, kolladık, belki de korkup masanın altında ağladık, evlendiğimiz gece karımızı eşek sudan gelinceye kadar dövdük.

Şimdi 8 Mart’ta KADINLAR diyeceğiz, allayıp pullayacağız, sevip okşayacağız, car car bir araba dolusu laf edip, onlarca makale yazacağız. İyi de biz kadınlar bu bir günün yükünü kalan 364 gün nasıl karşılayacağız?


1 Mart 2012 Perşembe

Cennete gitmekten vazgeçtim (18 ağustos 2008)

Yazma yolculuğuna çıktığımda verdiğim bir karar vardı. Sadece o zamana ait, sadece o ülkeye ait ve sadece o topluma ait şeylerden ziyade;  daha genel, daha evrensel, yıllar boyu okunabilecek ve her daim okunduğunda tat verecek şeyler yazmayı hedeflemiştim. Açıkçası bu şekilde olanlarını daha değerli bulurum, durumsal yazılardan da pek hoşlanmam. Ne çare ki kuralı deliyoruz.

Bir baba: Fakir, zavallı, işsiz, aşsız, birdolu çocuk sahibi. Dünyada tek dayanağı Allah’ı. Ondan da medet ummasa yaşam zehir zemberek onun için. Bu zaafiyeti nedeniyle de beyni iyice kullanılmaz hale getirilmiş, yobazlık, taassup ve safsatanın içinde kaybolmuş gitmiş, esir düşmüş. Kızı: Evde yiyecek ekmeği yok, babası tarafından bedava diye iki aylığına yatılı kursa gönderilmiş ve yaşamı bedavaya getirilmiş, ahiret için mektup yazacak kadar cahilleştirilmiş, beyni mantara dönüştürülmüş, kafası sarılı zavallı bir gariban, geleceğin kadını, annesi.

Gözyaşım.... (17 ocak 2007)


Dün gece, sabaha karşı uyandım ve düşüncelere daldım, ertelediğim düşüncelere, öteleye öteleye iyice uzaklaştığım ama bana gittikçe yakınlaşan gerçeklerimi düşünmeliydim biraz, kalbime kadar bütün karın-göğüs bölgeme ağrılar girdi, sancılar, içim oyuldu, uykum kaçtı, uyuyamadım sabaha kadar.

Benim için ipincecik hayat çizgisi o kadar narindi ki;  koptuğu an her şey bambaşka olacaktı, bu durumu nasıl göğüslemeliydim, ne yapmalıydım? Fark ettim ki hala yanıtı bulamamışım, acı büyüdü içimde ikinci seçeneğim yoktu. Benim gibi başkaları var mıdır acaba? Pek sanmıyorum. Düşlere dalmalıydım bir an önce yeniden uzaklaşmalıydım, beynim hazır değildi bunu anlamıştım. Zavallı beynim, yıllardır boşuna taşıdığım ve büyüttüğüm, ziyan olup giden organ. Tanrı beni zeki yaratmış; öyle söylüyorlar, güzelmişim ya da alımlı, bu da dışarıdakilerin yorumu; umurumda bile değil. Tanrım benden verim alamadığı, yarattığı dünyaya ve insanlarına yararlı olacak ortamı bana sağlamadığı için bütün bunları boşuna yapmış.  Hayatımı sonuna kadar öyle kilitlemiş ki; benden ancak toprağa karışıp gidecek ve üzerinde belki ismi bile olmayan bir mezar taşı kalacak. Bunu ben istemedim, beni bekleyen gelecekten sorumlu değilim bu geleceğe ben neden olmadım çünkü, bana bunu dayattı!

Her işin başı Sağlık... (21 ağustos 2009)

Birçok kereler para olayını sorgulamışımdır. İnsanların, paranın fazlasıyla nasıl mutlu olabildiğini, mutlu olabilseler bile nasıl huzurlu olabildiklerini anlamadığımı her fırsatta çevremdekilerle paylaşmış, tartışmışımdır. Birilerine yararlı olmadığı, başka yaşamları da rahatlatmadığı ve mutlu kılmadığı sürece kendi özgün hayatımıza katılan fazlalıkların değersizliğinden dem vurmuşumdur. Bu konuda yeterince terbiye edilmiş bir insan olduğumu düşünüyordum ki terbiye olmadığım bir konu varmış. O da sağlık.

Eh ne yapayım, yüce Mevla’m çok fazla olmasa da ortanın üzerinde dayanıklı ve sağlıklı bir beden nasip etmiş bana. Bunda, her uyduruk şey için hekim hekim dolaşmak gibi sapık bir ruh halimin olmaması da büyük etkendir. Yine en ufak bir olayda avuç avuç ilaçları mideme indirmemek, çok gerekmedikçe antibiyotiklere saldırmamak, genelde olayı seyrine bırakmak ve tahammül etmek gibi disiplinler de önemli özelliklerimdendir.

Durum böyle olunca, ciddi bir rahatsızlık ortaya çıktığında ne yapacağım ve nasıl tepkiler göstereceğim hususunda tarihe geçecek bir çaylaktım ve bu deneyimsizlik ilginç sürprizlerle yüz yüze bıraktı beni.

41 yaşımdaydım. Saydım - hayatımda sadece beş ana sebepten toplam dokuz kere doktora gitmişim. Hiç ameliyat olmamış, genel anesteziye maruz kalmamışım. Kalçamdan beş yaşımda bir kere olduğum iğneden bir daha hiç olmamışım. Serum hiç almamışım. Bu geçmişle doktor karşısındayım. Adam sorar ben “bilmiyorum” yanıtlarını veririm. Bilinmeyen bir karakter, bir tıp serüveniyim. Ama ortada olan bir gerçek var ki yaklaşık iki yıldır canıma okuyan ve hayatımı cehenneme çeviren rahatsızlığımdan kurtulmam şart! Bir de sağlığın birinci mutluluk şartı olduğuna ilişkin terbiyenin artık bana çalınması kaçınılmaz.

Evet çok zahmetli yaşadığım bu süreç bana gereken dersi vermiştir. Hem duygusal anlamda hem de fiziksel olarak kendimle ilgili birçok gerçeğim açığa çıkmıştır, ağzımın payını da bir güzel almış bulunmaktayımdır.  Uzun süre devam eden sıkıntı ve sorunlar sonucu anladım ki dünyada sağlıktan daha değerli bir şey yok. Yine dünyada tıp bilimi ile uğraşmaktan daha erdemli ve huzur veren iş yok. Kapitalist sistemin tüketen zihniyetinden mümkün olduğunca uzak kalabilmeyi başka meslek kollarında sağlamak bence pek mümkün değil. Sağlık sektörünün, bu çarkların ezen dişlerine çekilmesi an meselesi olmasına rağmen şansı her zaman için daha fazla, daha temiz kalabilir uzun yıllar - kısacası ihtimal daha yüksek! Hiç değilse benim meslek kolumun 3G denen bir manyaklık nedeniyle dünyayı bir anda ıskartaya çıkacak yüz milyonlarca cep telefonu çöpü ile kirletmiyor, %75’i gereksiz şarlatanlıklara hizmet edecek bu yeni teknoloji ile radyasyonun ultra zararlı etkileriyle dünyayı sarıp sarmalamıyor. Ortalığı bu teknoloji ile haşır neşir olacak parayı bulamadığı, arkadaşlarına hava atamadığı için yoksulluğuna lanet okuyan aşağılık kompleksine kapılmış mutsuz insanlarla doldurmuyor. Aksine mutluluk resminin tuvali olan sağlık konusunda insanların mutluluğuna çalışıyor TIP ve doktorlar. Sağolsunlar varolsunlar.

Konuyu dağıtmadan sadede gelelim.  Hayatta her geçen gün yeni bir ders -  yaşanmamış şeyler için yeni bir fırsat bizim için. Yine değer yargılarımızı sorgulamak için de yepyeni şanslara sahibiz. Olgunlaşma anlamında bu şans ve fırsatları kaçırmamalı, dikkatle içine girmeliyiz. Ben sağlığımı tekrar kazanıyorum, her geçen gün biraz daha keyfim yerine geliyor. Eski günlerime hiç değilse bundan iki yıl önceki halime döneceğim zamanı iple çekiyorum. O zamanlar bana sorsaydınız benden dertlisi yoktu. Şimdi ise bakış açım daha farklı; meğer ne keyifli ve huzurluymuşum diyorum. Öte yandan sabırla bekliyor, umudumu kaybetmiyorum. Bir daha sağlığımla sınanmak istemiyorum. Parayı kazanmak isteğimizin ve tercihlerimizin iradesinde, sağlık ise başka başka yerlerde. Herkese sağlıklı günler diliyorum.

Sadece 5 ay mı kalan? (8 aralık 2010)

Hepimiz okuduk, izledik ya da duyduk. Günümüzün sevimsiz tanımlamalarından olan Kağıt Bebekler sınıfından kabul edilen bir kadındı. Resimlerine baktım. İçim sızladı, ne kadar da güzeldi. Hayatını okudum, imrendim. Dünyaya 1-0 galip gelmiş şanslı insanlardandı. Zengindi, aileden zengindi. Zengin bir adamla evlenmiş genç yaşta anne olmuştu. Yıllar sonra boşandığında milyonlarca dolar tazminat almıştı kocasından. Çok iyi bir eğitimi vardı, gıpta ettim, özendim, kıskandım. Yerinde olmayı isterdim. İsterdim ama sadece 5 ay öncesine kadar!

Bundan 5 ay önce Temmuz ayında ne yaptığımı düşündüm. Lise mezuniyetimizin 25’inci yılını kutlama yemeğimiz vardı, ona heyecanlıydım fazlasıyla. Daha dün gibi. Sonra Ağustos’taki cehennemi sıcakları hatırlıyorum. Tüm yapacaklarımı ertelemiş bir ay eve kapanmıştım. Eylül öyle böyle geçti gitti. Bayramdı seyrandı derken, görüşmeler buluşmalarla zaman öldürürken, beş ayı hoyratça harcamıştım, paldır küldür geçip gitmişti zaman.

Havuz Problemleri... (19 ağustos 2010)

Hepimizin çocukluk hatırasıdır havuz problemleri. Edebiyata bile girmiş, güldürü ustalarının en baş esprisi haline gelmiştir. Anlaşılmazdır, niye öğretildiği ise kavranamamıştır birçoklarınca. Benim de; Matematik delisi olmama rağmen en hoşlanmadığım konudur. Kafamın içini ağrıttığı olmuştur.

Şimdi yeni bir havuz problemim var, çözümünü de bulamıyorum. Sizlerle paylaşayım da bana bir ışık tutun.

Şimdi bir adam var. Bu adamın iki oğlu iki kızı var. Kızlardan biri evli, oğlanların ise ikisi evli. Küçük kız ise nişanlı. Buraya kadar her şey normal.

Bu aile İslami yaşam biçimini seçmiş, bu nedenle de tesettürlüler. Hanımların sadece elleri, ayakları ve yüzleri görünüyor, asla açık ortamlarda vücutlarının başka bir yeri görünmüyor. Saygımız sonsuz. Bu bir tercihtir. Buraya kadar da her şey normal.

Fındık ile Badem (3 ağustus 2010)

Bakmayın şimdi öyle başlığa şaşkın şaşkın! Bunlar benim ne köpeklerimin adı ne de çocuklarımın lakabı. Öyle iki sevgili ise hiç değiller; aksine sevgili olmak şöyle dursun şu sıralarda hasım olma yolundalar. Öyle bir saçma rekabet olmuş ki aralarında hani yüz yıl önce birlikte yaşadığımız Karadeniz kökenli Rumlar ile Ege kökenli Rumları bir araya getirsek bu yüzden birbirlerini boğazlayabilirler. Aynı milletin farklı bölgelerdeki mensupları düşmanlaşabilirler. Efendim konumuz şu:

Fındık üretiminde “nasılsa tekiz ve en büyüğüz” diye öyle bir sermişiz ki kendimizi, şimdi yerlerde sürünüyoruz. Ukalalıktan ve şımarıklıktan yıllardır ne üretim ne de satış adına çağdaş uygulamaları yaşama geçiremediğimiz için bizim fındığımıza tükürük atmıyorlar artık ve işin tuhafı, bilinçli ve akıllı Batı Anadolulular bademi öyle güzel kalkındırmışlar ki üretim ve satış rakamları ile fındığı tuşa getirmişler. Bizim aklı evvel fındık üreticileri de “badem üretimindeki artış fındığı tehdit ediyor” diye yırtınıyorlar hala. Akıllı ol sen de tuzağa düşme. Zaten iktidar yalakalığı yapmaktan bir türlü kendini alamayan Karadeniz milleti hem tarımda hem de turizmde öyle güzel kazıklar yiyor ki, o kazıklar neresinde hala onu bile farkında değil, yalakalığa devam ediyor.  Bari HES’ler konusunda biraz daha duyarlı olsalar da ellerinde kalan üç beş cenneti daha yağmacı zihniyetin yönetimine teslim edip, doğanın yok olmasına göz yummasalar! Keşke diyorum ve ekliyorum ki; HİÇ UMUDUM YOK.

Santimlerle yaşıyoruz... (24 temmuz 2010)

İnsanın modellenmesinden ve bir takım standartlar geliştirilerek ölçülerle tanımlanmasından tiksiniyorum artık. Irkçılığın ve faşizmin, başka yol bulamayınca “estetik felsefesini” kullanması çok acı verici. Bir zamanlar kafatası ölçülerinin canlara kıydığını unutan insanlık; şimdi bel, göt, omuz, leğen kemiği ya da kaval kemiği ölçüleriyle kafasını bozmuş, bu uğurda ticareti de kullanarak hem faşizm egosunu tatmin ediyor hem de cebini dolduruyor. Bir de insanları mutsuz ediyor, suratı, kaşı, gözü ve saçı aynı ucube insanları yaratmaya devam ediyor.

İki dost bir araya gelemiyoruz, ilk selamlaşmadan sonra anında “diyetteyim” duvarı karşıma çıkıyor. Yok “kahve içmem”, yok “yemek yemem”, yok “onda şeker bunda yağ var”, bilmem ne, bilmem ne. Ya da “ay ne güzel kilo vermişsin şekerim HARİKA olmuşsun” veyahut “Bu ne hal şişmanlamışsın, kıçın başın ayrı yere gidiyor” replikleri.

520 Dolar (21 haziran 2010)

Bugün ilk kez cep telefonumdan 24 saat ayrı kaldım.

Nerede olduğunu hatırlayamadım daha doğrusu nerede yitirdiğimi. 

Meğer dün akşam yemek yediğimiz lokalin zeminine düşürmüşüm.

Bu istemeden - irade dışı bir ayrı kalıştı, yoksa daha uzun süreli telefonsuz olduğum zamanlarım vardır; sakın yanlış anlaşılmasın. Gece bulamayacağımı hissedince aklıma geldi ve teknolojinin daha doğrusu meslektaşlarımın insanlığa armağan ettiği bu en büyük buluşa “ne kadar ihtiyacımız vardı” onu düşündüm. Aslında yoktu çünkü elimdeki alet 3 yıl önce 70 Dolar karşılığı TL ödediğim bir zavallı idi. Zavallılığı ben değil, vahşi kapitalizmin tüketim çılgınına dönüştürdüğü, cahil ve gösteriş budalası, sığ kişilikli toplum fertleri söylüyordu. Kendini cebinde taşıdığı o 5x10cm ebatlarındaki elektro-mekanik ve kübik cisimle özdeşleştiren ve ondan güç bulan büyük kesim için durum böyleydi. İşte ben bu zavallıya muhtaç değildim, onu anladım.

Yine ben hayatım boyunca daha doğrusu 1998 yılından beri sadece üç (3) adet telefon satın almış ve bunların toplamına 520 Dolar ödemiş bir mühendisim. Bütün dünyayı cep telefonumla cebimde taşımak gibi bir niyetim olmadığından da altı ayda bir yenisini satın almıyorum. Aklımı yitirmişçesine bağımlısı olmadığım için de 24 saatlik zorunlu ayrılık haliyle bana hiç etki etmedi, kaba tabiri ile bu durumu zinhar iplemedim. Dünya yıkılsa da iplemem.

Niye böyle olmuştu her şey. Sadece 15 yıl içinde nasıl milyonlarca telefon ortalıkta gezinmeye başlamış, çoluk çocuk herkesin eline yapışmıştı ??? Otobüse, dolmuşa her bindiğimde yanımdaki, önümdeki genç, çocuk, akranım ve daha yaşlı insanlar beyinlerini pişirircesine ve yol boyunca, bazen yirmi dakika, bazen bir saat, bazen de ben inene kadar ipe sapa gelmez her konuda, tamamen kesintisiz ama tonlarca konuşabiliyordu. Neydi bu kadar önemli olan mevzular? Vatanı mı kurtarıyorlardı, yoksa birinin hayatını mı? Muhtaçlar mı refaha çıkıyordu bunlar konuştukça, yoksa ülke mi güzelleşiyordu. Dersler mi başarılı oluyor, aşklar mı mükemmelleşiyordu? Hiç de sanmıyorum, sadece gürültüydü, kirlilikti, çiğ böbürlenmeydi.

24 saat yoktu bu mucize cihaz. Yukarıda yazdıklarımdan hiç birinin olmadığını da bir kere daha anlamıştım. Acıdım, bugüne kadar verdiğim 520 Dolara, çok acıdım. Hepimize acıdım, kendime acıdım. Kızdım, çok kızdım... Çocuklarına sınıf geçme armağanı olarak bu hafta sonu yeni telefon alan anne-babalara kızdım. Dünyayı elektronik çöplüğe çevirenlere kızdım, mesleğimin temsilcilerine kızdım. Her şeye anında erişen ama bir halttan haberi olmayan aptal nesle kızdım.

Ne olur biraz daha sakin ve yavaş olalım. Kendimize gelelim. Bu 24 saat çok rahattı, en kısa zamanda süreyi daha da uzatacak ve eski mutlu günlerimize döneceğim.

Yavru Balık yiyen biz Türkler (9 haziran 2010)

Hepiniz aşağı yukarı bilirsiniz. Ya da yurtdışına çıkmış ve bir deniz ürünleri lokantasında (bizde nedense balık lokantası denir) mükellef yemek yemişseniz tanık da olmuşsunuzdur. Dikkat ettiyseniz buralarda hep büyük balıklar gelir önünüze, eğer balığın cinsi gereği yani biyolojik olarak fazla büyümesi imkansızsa, işte sadece o cinslerin küçüklerinin yendiğine tanık olmuşunuzdur. Dikkat etmediyseniz de bundan sonra edersiniz çünkü ben böyle bir saptamada bulundum, uzun yıllar sonunda anladım ki böyle bir şey var. Biz balıkların yavrularını yiyor, büyümelerine izin vermiyoruz, eskilerin anlattığı o kocaman kofanaları, torikleri artık görmüyoruz. Neden mi??? Denizlerimiz kurudu da ondan. Evet çevre felaketleri balık soyunun dibine kibrit suyu sıktı ama biz Türkiye insanları da kökünü kurutmak için elimizden geleni yaptık. Yıllardır yavru balıkları avlayıp yiye yiye denizlerde balık bırakmadık.

Belki hatırlarsınız bundan üç yıl önce bir akın olmuş tezgahlar, çinakop adı verilen ve Kofana ailesinin henüz 1-2 yaşlarındaki fertleri olan o güzelim balıklarla dolmuş, fiyatı hamsiden bile ucuza düşmüştü. Yollara dökülmüş, hatta tavuk yemi bile yapılmıştı. Ne güzeldi değil mi o 10 cm.lik çinakopları mideye indirmek. Şimdi lüfer kıtlığı var, zaten Kofana denen koyun büyüklüğündeki balığı en son bizim kuşak hatırlıyor. İki yıldır lüfer diye 250 gramlık balıklar fahiş fiyata satılıyor, onu da önümüzdeki yıl hiç bulamayacağız. Çünkü 3-4 yıl önce bütün yavruları yedik, anne olacak balık bırakmadık.  Oysa kim biliyor bir lüferin ömrünün 19 yıl olduğunu. Şaşırmayın! Bu balık bir kediden köpekten uzun yaşıyor, neredeyse inek gibi koyun gibi bir büyükbaş hayvan o. Bu güzide hayvan 3 yaşından itibaren de yavrulamaya başlıyor. Hesap ortada, 3 yaşına gelmesi beklenmeyen minicik çinakoplar katliama uğradı, sarıkanatlar lüfer diye tezgahlanıyor, eskinin lüferi ise, etiketlerine kofana yazılıp tezgahlara diziliyor.

Şişede mantar olsam (17 nisan 2010)

Ben bir şarapseverim. Öyle şaraptan “çok iyi anlıyor”, uzman edasıyla “tadım tadım tadıyor” pozlarıyla hareket etmem. Damağımda güzel bir tat bırakan bütün şaraplar benim için güzeldir. Her ne kadar en kötü şekilde dahi saklanmış olan adakarasına bayılsam da sirkeleşmemiş her üzüm sıvısı benim için lezizdir. Şarabın belli kalite koşullarını yerine getirdikten sonra kazandığı insani yorumlara dayalı nitelemeler tamamen görecelidir. Kimse belli şarapları kötü, bellilerini de çok iyi olsun diye üretmiyor. Hedef hep aynı. İyi olanı keyifli şekilde paylaşabilmek.

Kalıplardan çıkıp da her şaraba eşit uzaklıkta durmaya başladıktan sonra aldığım tatların çok değiştiğini, yaptığım paylaşımların ne güzel derecelerde olduğunu son on yıldır iyice fark ettim. Peki öyleyse bu farlılıkları “zamana nasıl taşıyacağım”, “anların resmini nasıl çekeceğim” derdine düştüm. Yöntemim, içtiğim şarapların mantarlarını saklamak şeklinde oldu. Şarapevlerinin dekorları olan şişe mantarları, benim stoklarımda, üzerine yer, tarih ve kimlerle içildiğine dair notlar yazılmış olarak yer alıyor. 1998 yılından beri yaptığım bu iş, bugün kutu kutu birikmiş mantarlarıma baktığımda beni öyle muhteşem bir yolculuğa çıkartıyor ki; inanın o içtiğim şarapların tadı kat kat mükemmelleşiyor. Böyle olunca da şarap konusunda ukalalık etmeye halim kalmıyor, aldığım zevk, yediğim yemekler, soframı paylaştığım dostlar, ışığa tuttuğumda gözümü şenlendiren kırmızılar, bana hep gündüzü daha doğrusu gün batımını çağrıştıran beyazlar, hepsini bir bütün kabul ediyorum. Zamanda yolculuğuma mantarlarımı saklayarak devam ediyorum. Onlar benim şarap ömrümün kilometre taşları. Şişemin mantarları.....

Dünyanın tüm insanları Türk soykırımından geçmiştir, geçmeyen de geçmelidir. (31 mart 2010)


Son yıllarda soykırım, katliam lafını o kadar çok duymaya başladık ki, Ben Türkiye topraklarında yaşayan insanların hepsinin birer cani, zalim ve deri yüzücü olduğuna inanmaya başladım. Komşularımdan, akrabalarımdan, arkadaşlarımdan korkuyor her an kafamı keser diri diri toprağa gömerler diye gözüme uyku girmiyor. Zira biz; yani Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağıyla bağlı, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete tabi, Kurtuluş ordusunun işgalden kurtardığı topraklarda 88 yıldır yaşamakta olan 80 milyon insan, hepimiz birer faşist, birer kafatasçı, soykırımcı, vahşi, etçil kana susamış hayvanlarız.

Biz 1922’de İzmir’i işgal ederek yakmış, Rumları gebertmiş, ölmeyenini de denize dökmüş canavarlarız. Oysa İzmir Türkler tarafından (daha doğrusu Osmanlı tarafından) 1922 de değil, II.Murat tarafından 1422 de işgal edildi ve 500 yıl sonra sadece 2 yıl için Yunanlıların eline geçti. İşte ne olduysa o zaman oldu, burada milyonlarca Yunanlı türedi ve 1922’de Mustafa Kemal’in Kurtuluş Ordusu tarafından geri alındığında bu milyon küsur Rum kıtır kıtır kesildi. Biz caniyiz, kesin yapmışızdır. Gerçi o sıralarda yurdun diğer Rum köşesinde yaşayan zavallı dedem, Trabzon’daki ailesini Rum çetecilerin tecavüzünden kurtarabilmek, canını teslim etmemek için Gümüşhane’ye kaçmış ama ne yapalım, önemli değil. Böyle aptallık yapacağına Pontus soykırımına katılıp adam doğramak varmış ama kaçmış işte.