Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








31 Ocak 2012 Salı

Carlo’s Bakery ( 31 Ocak 2012 )

Şimdi bu ne diyeceksiniz. Discovery Channel’da yayımlanan Cake-Boss programında adı geçen yer. Burası 100 yıllık bir pasta fırını. 100 yıl önce Carlo adında bir İtalyan tarafından kurulmuş, 1960’larda Bartolo Valostro isimli bir başka İtalyan’a geçmiş, şimdilerde ise oğlu “Buddy” tarafından işletiliyor ve programın şov kısmında da Buddy’i izliyor yaptığı enfes pastalara ağzınızın suyu akıyor. Deli güzel pastalar, özel siparişlerle yapılıyorlar, tam bir sanat şaheseri olan bu pastalar seçkin bir ekip tarafından özenle yapılıp, özenle de naklediliyorlar.
Buddy son derece sağ duyulu bir adam. Kendisi 1970 doğumlu genç bir adam ve günümüzün butik pastacılık geleneğini tarihi fırınında hayata geçirmiş, kısaca modernleşmiş ama eski adetlerden de vazgeçmemiş biri. Babasının tüm uygulamalarını hala devam ettiriyor, noelde kimsesizlere özel kekler, kurabiyeler hazırlayıp gönderiyor, periyodik olarak sokak partileri düzenliyor, mesleğini severek hatta büyük bir tutkuyla icra ediyor. Çoluk çocuk, düşkün, yaşlı, fakir, zavallı kim var kim yok herkesle takdir edilesi paylaşımlarını yapıyor.
Dükkan ilk kurulduğu günkü gibi. Tek bir parçasına dokunulmamış, kapılar aynı, raflar aynı, camlar, pencereler aynı. Modeller, formüller hep aynı. En özgün haliyle İtalyan geleneksel tatlı ve pastaları yapılıyor, malzemeler İtalya’dan getirtiliyor, bu arada reçeteler sır gibi saklanıyor. Buram buram tarih kokan bir mekan, bulunduğu sokağın simgesi, bir İtalyan efsanesi. ABD’deki azınlık kültürünün en güzel örneklerinden. Geçen yıl da bulunduğu sokağa Carlo’s Bakery Road adı verildi ve muhteşem bir tören yapıldı, sokak partisi düzenlendi, ilk sahibi Carlo’nun oğlu da törene katıldı!

30 Ocak 2012 Pazartesi

Yıl 1987 – Kış Günleri (30 Ocak 2012)



Hani derler ya hayatının baharı, işte aynen öyle zamanlar. Yalnız bu hayatımızın bahar meselesi biraz mayıs gibi falan, zira yaş itibariyle hayatın yazına merdiven dayamışız. İTÜ’deyim Maslak’ta! İkinci sömestrinin henüz başladığı günlerdeyiz. MART ayının ya 2’si, ya 3’ü şimdi hatırlamıyorum. Sıcaktan bayılacak bir günde, ceketlerimiz elimizde veya belimize bağlamışız, kayıt yenileme kuyruklarında ter döküyoruz. Kafamız bulanık çünkü sıcak hava çarpmış ve hafif uykuluyuz. Ben zaten yersiz sıcaklardan hiç hoşlanmadığımdan iyice bir hoş ve boş boşum. Gün felaket. Kaydı yeniledik eve döndük. Sonuçta okulumla ilgili tüm isteksizliğimin resmiyetine üçüncü adımı atmışım.

Ertesi sabah evden çıktım. Umulmadık bir serinlik var ve üstüm ince, hemen eve döndüm, kalın gocuğumu giydim ve yine aceleyle yollara düştüm. Ne bir şapka ne de bir eldiven. Tek koruncağım gocuğumun kapüşonu.

17 Ocak 2012 Salı

Çakma Aristokratlar (17.1.2012)

Son yıllarda ülkemizde revaçta olan ilgi alanlarına ve spor faaliyetlerine baktığımızda son derece ilginç bir o kadar da gülünç şeylere rastlar olduk. Kendi adıma bu zırvalıklara gülüp geçsem de bu yoldan para kazananlara gıpta ediyor  ve yine bu yoldan soyulanlara hayret ediyor ama hiç acımıyorum.
Örneğin at binmek, örneğin golf oynamak, örneğin tenise sarılmak, örneğin her kış illaki kayağa gitmek, örneğin çocuklarımızı piyano, yüzme, at binme, satranç, bale, kayak kurslarına göndermek. Yine tatillerde bu aktivitelere göre programlar yapmak, uygun kıyafetleri edinmek, bir ton parayı bu yola dökmek gibilerini de sayabiliriz.  Bilmem niye yapılır bunlar, sınıf atlamak içinse; bence bir insanın başına gelebilecek en büyük felakettir - hiç gecikmeden tedavi edilecek bir kişilik bozukluğu olarak değerlendirilebilir. Kendini küçük görme zaaflığı ise; yine acınacak bir haldir ve bunu ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Demiyorum ki; hobileriniz olmasın ama zorlama ile değil, içtenlikle, yetenekle, beceriyle beslenen cinsinden olsun.
Çevrenize dikkat edin. Baleye gitmeyen kız çocuğu YOK, at binmeye gitmeyen erkek-kız çocuğu YOK, piyano dersi almayan çocuk YOK, yüzme keza öyle, kayak vs. Allah Allah gırla! Ne olacak bu insanlar? Kime neyi ispatlamaya çalışıyorsunuz ana-babalar? Bu kapasite aşımı faaliyet zincirlemesiyle nereye varacağınızı düşünüyorsunuz ey insanlık!

3 Ocak 2012 Salı

İngilizce konuşmazsan adam değilsin... (7.7.2007)

Uzun zamandır yazmak istediğim bir konu, haftalardır beynimde draft (taslak!) olarak save ettiğim (kaydettiğim) ve bir türlü type edemediğim (yazamadığım) İngilizce meselesini bir güzel ele alıyor ve konuya dikkatlerinizi çekiyorum.

Nereden mi aklıma geldi? Şaşırmayın sakın! Bundan üç belki de dört ay önce “national geographic” kanalında, dünyadaki olağanüstü inşaatlarla ilgili bir programı izliyordum, inşaat mühendisliğinin yarattığı harikalar ve doğa ile insan mücadelesinin de işlendiği nefis bir belgeseldi (şu kelimenin güzelliğine bakın, belgesel-nasıl da iyi oturuyor), o haftaki içerik de Fransa’da kilometrelerce uzunlukta bir yolun geçtiği ve en yükseği 271m olan toplam 9 viyadüğün kaç yılda ve nasıl yapıldığı, yolun bu ayaklar üzerine nasıl asıldığı, statik hesapları, germeler, çekmeler, rüzgar ve yer sarsıntılarına mukavemet, bükülmeler, laboratuar ortamında yapılan simülasyonlar (taklitler, benzetmeler) ya da gerçeğin aynısı canlandırmalar vs. son derece ilgimi çektiğinden gece yarısına kadar soluksuz izledim.

İnşaat yanlış hatırlamıyorsam dört yılda bitmiş ama Fransa’nın bilmem nere bölgesine ulaşım inanılmaz rahatlamış, zaman ve enerji tasarrufunun ekonomiye katkısı büyük olmuş. Burada söyleşi yapılan mühendislere gelelim. Çoğu 50 yaşını geçmiş, ülkenin hatırı sayılır projelerine imza atmış, son derece değerli Fransız inşaat mühendisleri. Adamlarla tek tek söyleşi yapılıyor, muhabir NG.nin muhabiri ve İngilizce konuşuyor, Fransız mühendisler tercüman aracılığı ile yanıt veriyor. İçlerinden biri bile İngilizce konuşmuyor, bilmiyor (bilirler de konuşmazlar demeyin – konuşmamaları da önemli)

İsterseniz baştan sona bir daha üstteki paragrafı okuyunuz. Bu 50 yaşından fazla ama deneyimleri ile tarih yazan yetenekli mühendisler İngilizce konuşmadı! Birden hayal tünelime girip düşündüm. Bu ekip ülkemde olsaydı ne olurdu? Olamazdı ki, ülkemde bu yetenek ve becerideki bir mühendis İngilizce bilmiyorsa ne olursa olsun çok uluslu bir projede asla görev alamazdı; hatta birgün NG muhabiri kendisi ile söyleşi yapabilir olasılığı yüzünden bile projeye dahil edilmeyebilirdi! İstisnaları boşverin, genelde durum bu şekilde sonuçlanırdı. Sen dünyayı yerinden oynatacak bir buluşu kendi anadilinle ya da bildiğin tek dille başbaşa olarak laboratuarında veya ARGE’ ortamında yapamazsın çünkü bir zavallısın, hiçsin, İngilizce bilmediğin için adam değilsin ki; buluş yapmak senin neyine! Fransa ülkesinin en iyi 10 adet İngilizce bilmeyen mühendisine vadilerini birleştirme projesini teslim etmiş, sen burada mühendisine dil sınavı yapmakla meşgulsun. Bir bakalım bu insanlarımızı BÖLEN dilin dünya üzerindeki dağılımı neymiş?

Dünyada sadece 375 milyon insanın anadili İngilizce imiş! Sayıyı şişiren ABD - yani anadili aslında başka olan ama İngilizce kabul edenlerin sayısı.  Bu arada karşılaştırmanız için hemen yazayım anadili Rusça olan insan sayısı da 170 milyon! Adam yerine koymadığımız Türkçe’yi ise 200 milyon insan konuşuyor, dialektlerle bu sayı 300milyona yakın. Şimdisi daha da ilginç, yeryüzünde 500 milyon insan İspanyolca konuşurken Hintçe ve 4 farklı versiyonu olan Çince’yi konuşanların sayısı “milyar” ile telaffuz ediliyor. Portekizce'de de durum farklı değil, o da 300 milyonlarda. E peki nedir bu ukalalık, nedir bu teslimiyet, niyedir bu İngilizce baskısına boyun eğmek. Dünya alem bir olduk, İngilizce’yi baştacı ettik, ortak dünya dili diye seçecek başkacası yokmuş gibi İngilizce’ye köle olduk. Madem ortak bir dil arayışı var, bu niye Çince ya da İspanyolca değil de İngilizce oldu? Sömürgeciliğin en cıvıkça işlendiği, modern köleliğin çeşitlerinden biri olan İngilizce dilini yazmak, konuşmak ve anlamak zorunluluğu için insanlarımızın çektiği sıkıntılar, harcanan emek nedir? O beyin ki nice faydalı işler için çalışacakken İngilizce konuşmak ve düşünmek uğruna boşa yakıt tüketiyor? Ve en komiği iki Türk karşı karşıya geçip birbiriyle niye İngilizce konuşuyor? Ortamda bir yabancı varken geri kalan 11 Türk İngilizce konuşmak için debelenip arada “hay ebesinin nikahı” diye söylenirken bir diğeri “bırak hıyarağasını” mırıltısını havaya üfürüyor. Elin İngiliz veya Amerikalısının başka bir dil öğrenmek gibi derdi yokken bizim burada 14 yaşındaki çocuklar için eziyet, işkence, kabus ve karabasanlar başlıyor ve mücadele ömürboyu sürüyor. Ülkemizde kendi dilini de konuşmak için yıllardır mücadele edip istediğe sonuca ulaşmasına ramak kalmış etnik topluluklar; hiç boşuna yorulmayın, siz icazeti aldığınızda konuşmak zorunda olacağınız diliniz İngilizcedir! Bilgilerinize.

7 temmuz 2007

2012 ve Marduk Sıkıntısı (3.1.2012)

Maya Takvimine göre bu yıl dünyanın sonu. Hesaplanan tarih ise 21.12.2012 olarak duyuruldu. 2000’li yıllara girdiğimizden beri hakkında birçok şey yazıldı, çizildi, belgeseller yapıldı, filmleri çekildi falan filan. İnanan da var inanmayan da.
Açıkçası inansak da inanmasak da zaten dünyanın sonunu anlamak ve beklemek için Maya’larla uğraşmaya, beyin akıtmaya gerek yok. Biraz ıkınsak, sıkınsak zaten dünyanın sonunu biz de pıt diye getirecek kadar duyarsız ve aymazız.
Günümüzün şişmiş nüfus ülkeleri (Çin, Hindistan, Endonezya, Afrika Boynuzu, Pakistan vs.) bu hızla üremeye devam ettiği sürece 2012 olmasa bile 2062’de zaten yokuz. Fal açmaya gerek yok. Bu üremesi engellenemeyen acayip kitle için kimse kılını kıpırdatmıyor, ülkelerarası bir program uygulanmıyor, amip gibi çoğalıyorlar. Ne yapalım, çoğaldıkça da hastalıklardan, bakımsızlıktan, doğal felaketlerden daha fazla etkilenip acınası bir şekilde de yok oluyorlar. DOĞA bu! Dengesini bozan unsurları yok etmek ve yarattığı ideal düzene devinmek onun görevi! Çok acı ama gerçek bu.