Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








2 Eylül 2021 Perşembe

Yaşama Umut Katan Melekler (*) - (2 eylül 2021)

 (*) Başlık çok sevgili Yarımca’lı arkadaşım Bahar Yavuz Tunç’a aittir, kendisi de yaşayan bir melektir, bana göre tanıdığım en mükemmel amatör fotoğraf sanatçısı ve ressamdır.

Gelelim asıl meseleye.

Olay 5 Temmuz gecesi saat 22.00 sıralarında bizim sokakta arabaların tekerlekleri arasında şuursuzca gezinen minicik bir yavru kediyle başladı. Öyle otururken görüş alanımıza giren bu ufacık yavru kedi birkaç tehlike atlatıp ağlama miyavlamasına başlayınca daha fazla dayanamayıp sokağa indim. Park etmiş minibüsün altına kaçıp sinmiş yavrucak; malesef öyle ortada kalmıştı ve ağlıyordu, belliki biri getirmiş bırakmış onu oraya. Zor bela çıkarttım onu minibüsünaltından ve aldım apartmana soktum, girişteki kadife puf’un üstüne yerleştirdim, o kadar küçük ki puftan aşağıya inemiyor, yanına su ve mama bıraktım, mamalar ve kaplar da yan komşumdandı. Artık sabaha kadar ölmez nasılsa diyerek apartmandakilere de not yazarak hayvanı güvene aldım. Gece sabaha kadar her uyandığımda çıkıp kontrol ettim sakin, sessiz ve de hapis halde orada duruyordu ve sonunda sabah oldu.

Bu kez ufaklığın ailesini arama işi hasıl oldu, önce aldım bunu, eve çıkarttım balkona yerleştirdim sonra da hemen yakınımdaki parktaki kedi evlerini turladım, parkın müdavimi kedi severleri aradım, yağmur olduğundan ortada yoklardı ama onlarca yavruya gereken bakım yapılmıştı. Eve döndüm bizim ufaklığı sarıp sarmalayıp parktaki en güvenli ve şık kedi evine bıraktım; Allah’a emanet dedim, doğanın gidişatına daha fazla müdahale etmeyi istemedim. İki ay oldu umarım hayattadır, hiç aklımdan çıkmadı.

Burası gerçek hikayemin ilk bölümü.

Geçtiğimiz hafta dışarı çıktım on metre yürüdüm yürümedim yan binanın bahçe duvarının üstünde bir telefon duruyor. Civarda da kimse yok, telefonu aldım evirdim çevirdim açamadım. Cihaz iphone. Biri telefon eder nasılsa açar konuşurum sahibine ulaşırım derken şarjının olup olmadığı aklıma geldi, ben beklerken ya şarjı biterse telefonu hayatta açamam diye düşünüp evimize en yakın telefoncuya gittim. Hemen şarja taktı aleti, sağını solunu kurcaladı, ben iphone kullanmadığım için fazla bir şey anlamıyorum, kullanıcı olarak berbatım, dükkan sahibi esnaf arkadaş “Ablacım biz böyle kaç telefonu sahibine ulaştırdık bu dursun burada nasılsa biri arar ben gerekeni yaparım” dedi. Benden telefon numaramı da istedi, biz böyle gevezelik ederken telefon çaldı, ekranda ANNEANNEM yazısı belirdi, “oh be çok şükür” deyip telefonu açtık ve hanımefendiye olayı aktardık. Sonrası malum, iki saat sonra telefonun sahibi genç kızımız gelmiş, teslim almış, dükkandan da beni arayıp teşekkür etti, çok üzülmüş belli ama çok da sevinmiş, kıkır kıkır ses tonuyla bızdık üslubu ile birazcık sohbet ettik, kapattık. Oysa ben uzun boylu yeşil gözlü biri çıkar diye ummuştum, gerçi ekrandaki ANNEANNEM yazısında rüyam sona ermişti ama olsun, yapacak bir şey yok.

Sıkılmaya başladınız muhakkak ama asıl macera şimdi başlıyor, benim yazılarımın finali muhteşem olur bilirsiniz, uyanıklık edip son paragrafa hiç atlamayın bozuşuruz. Uzun zamandır yazmıyorum, baldan tatlı edebiyatımı özlemiş olduğunuzu düşünüyorum!

İkinci kısmı da bitirdik, ben günümüzde epeyce pahalı olan iphone telefonu genç hanımefendiye ulaştırmanın keyfini yaşarken mutluluğum 24 saat bile sürmedi, yakın gözlüğümü kaybettim. Hatta o kadar kızdım ki bu olaya “güya iyilik yaptık ödülü bu mu olmalı? Reva mı? Kahpe felek” gibilerinden çok söylendim. Yine Yarımca’lı muhteşem arkadaşım bana bu konuda güzel bir telkinde bulundu, telkinin güzelliğini bir hafta sonra anladım.

Şimdi durun bakalım ne oldu?

Üçüncü kısıma geçiyoruz.

Dün akşam (1 eylül) saat 18.00 sularında marketten alışveriş yaptım, paketleri de sırt çantama tıkıştırıp en üste de cüzdanımı koyup fermuarını çektim. 100 - 200 metre yürüdüm ki birden aldıklarım teker teker yere dökülmeye başladı. Hemen durdum baktım ki en üstteki cüzdan zaten çoktan düşmüş.

Eyvah!

Hatta haydaaaaa….

Fermuar nasılsa açılmış ilk cüzdan düşmüş sonra da sallandıkça benim paketler pıtır pıtır dökülmeye başlamış, döke saça gidiyorum, ortamda zaten sürekli gürültü var, düşenin sesi de gelmiyor, motorlar arabalar ve insanlar, ses hiç duyulmuyor… sokaklarımız caddelerimiz inşaat alanı yürümek çok güç sürekli kaldırım değiştiriyor ya da bazen ana caddenin ortasından ilerlemek zorunda kalıyoruz. Ben cüzdansızlığın kurşununu yemiş sendeliyorken geri dönüyorum, yerlere kaldırımlara yolun ortasına tramvay hattına bakınıyorum. Bankların altına, ağaç diplerine tek tek bakıp markete kadar geri dönüyorum. Markette de yok, girip soruyorum olmadığını bile bile. Yok işte… Sağolsun Bahariye Caddesi’nin pek değerli esnafı yardımcı oluyor, hakları ödenmez. Çok da uzatmıyorum, hayatta daha ne üzücü şeyler var, bunlara pabuç bırakacak değilim elbet. Canımı sıkan kimlik ve ehliyet, onlar epeyce sorun ama ne yapalım halledeceğiz diye kendimce hemen olayı yumuşatmaya çalışıyorum ve bunu da başarıyorum… Üzülmek hiçbir şeye çözüm olamaz, gerekeni yapmak lazım.

Eve dönüyorum, sırasıyla bankaları arıyorum, kartları iptal ettiriyorum. Bu işlemler yarım saatimi alıyor, zihnen çok yoruluyorum. Kimlik için başvuracağım; gerekli evrakları buluyorum internetten, benim BEN olduğumu ispatlayacak tek belge olan pasaportumu çıkartıyorum, bakıyorum şükürler olsun vatandaşlık numaram mevcut, onbeş yıldır işlem görmediğinden hatırlamıyorum TC numaramın olduğunu, görünce çok mutlu oluyorum. Biyometrik fotoğraf gerek, Cumaya randevu alacağım ama fotoğrafım hazır olur mu garantilemeliyim. Hemen bizim sokağın başındaki stüdyoya gitmeye karar veriyorum. Hem biraz da hava alacağım zira çok sıkıldım.

Sona yaklaşıyoruz hadi sabır.

Evden çıktım, önüme bakarak ağır ağır ilerliyorum, annem de tatlı istedi dönüşte de onu alacağım. Yerlere baka baka rampayı çıkıyorum, üzerimde yırtık bluz ve etek var, resmen don-gömlek sokaktayım. Önemsemiyorum; Kadıköy’de kadınlar üstsüz gezdiği için benim durumum hiç de cazip değil, kimse takmaz ve bakmaz nasılsa diye rahat ama düşünceli ilerliyorum. Tam ışıklara geleceğim yanıma Yemek Sepeti’nin pembe motokuryesi yaklaşıyor o pembe-sklamen motoruyla. Kocaman parlak zeytin gözleri olan inanılmaz güzel suratlı güleryüzlü cin gibi bir genç eleman. Dişler bembeyaz sırıtıyor. Abla diyor bakıyorum. Abla senin adın Zeynep mi diye soruyor, Evet diyorum. Sen cüzdanını düşürdün değil mi diye sorulara devam ediyor ben de Evet diyorum, gülmeye başlıyor genç. Ben senin cüzdanını yerde gördüm, aldım baktım etrafa ama senden düştüğünü anlamadım sağa sola baktım sonra cüzdanı açtım kusura bakma karıştırdım biraz, ehliyetindeki resmi gördüm anladım sen olduğunu ama kafamı kaldırdım sen yok olmuştun! Burada açıklama yapayım Benim marketten aldıklarım dökülmeye başlayınca ve cüzdanın kaybolduğunu fark edince aniden ters istikamete dönüp hızlıca yürüyerek aramaya koyulmuştum, eleman ne yapsın! Devam ediyor anlatmaya güzel adam. “Kartlarının bankalarını aradım bana iletişim bilgilerini vermediler, yalvardım yine de vermediler”, “siz arayıp söyleyin” dedim. “Abla aradılar mı seni? “ diye soruyor, ben de “hayır vallahi henüz arayan olmadı” diye yanıtlıyorum. “Hayatta bunu karakola götürmem ben bulacağım sahibini diye ahdettim abla, işim çıktı Kızıltoprak’a gittim döndüm yine buraya bakınıyorum” demez mi? “Yalnız seni böyle bulacağımı da hiç düşünmüyordum inanamıyorum” diye de devam ediyor… O sırada telefonu çalıyor, “dur kapat arayacağım ben seni” diyor, sonra bana dönüp arayan sözlüm deyip görüntülü arıyor kızı, telefonu bana çevirip “bak buldum sahibini” diye kıza beni gösteriyor, ben de hemen maskemi çıkartıp kıza gülümsüyor selam veriyorum, telefonu kapatıyoruz. Cüzdanı açıyorum, paralarım kartlarım hepsi duruyor, fazla para taşımam neyse ki bütün 100TL var, hemen çıkartıp 100TL yi uzatıyorum, “Aman abla olmaz” diyor, Ben “yahu al yavrum git sözlünle bir şeyler ye iç ya da kendine bir yemek ziyafeti çek ya da götür eve kardeşine annene falan ver” diyorum. O sırada 2 kurye daha geliyorlar yanımıza. Onlara da beni gösteriyor ağzı kulaklarında, o kadar memnun ki cüzdanı bana ulaştırdığına, o kadar şaşkın ki şıp diye beni bulduğuna. Ben zaten hafiften kanatlarımı kıpırdatmaya başlamıştım zevkten, sırtım kaşınmakta henüz kanatlanmasam da mutluluktan uçuyorum adeta. Cüzdandan değil mutluluğum, böyle gençlerin varlığından duyduğum huzur ve memnuniyet asıl sebep. Ayrılırken diyorum ki çocuklara:

NAMUSLU OLMAK ÇOK GÜZEL BİR ŞEY ÇOCUKLAR, DÜRÜSTLÜK VE NAMUSUNUZ İÇİN CANINIZI VERİN VAZGEÇMEYİN. BİR DE ŞU MOTORLARI DİKKATLİ KULLANIN BAŞINIZA KAZA GELMESİN BİZİ ÜZMEYİN.

Bin kere teşekkürler sana da eleman bin kere diyorum.

Yeniden yürümeye başlıyorum, kafam sünger gibi olmuş, zamanı geriye sarıyorum, bu noktaya yavru kediden geldiğimi saptıyorum, Sliding Doors diye bir film izlemiştim yıllar önce aklıma nedense o film geliyor  (1998 – Gwyneth Paltrow), benzeştiriyorum. Yürürken burnumun kenarından sular damlıyor burnumu çekiyorum, maskem ıslanmış bakıyorum gözyaşlarım akmış, toparlanıyorum; hem gülüyor hem ağlıyorum…

Kedi mi? Bana göre o yaşıyor, mesajlar o yönde… Hadi ona isim koyalım, ne olsun?

SARMAN… kedilere sarman denir.  

Gözlüğüm ise kayıp, çıkmadı bir yerlerden şimdi doktora gidecek ve yenisini alacağım zevkle… o da birinin kısmeti ne yapalım!

İyilik bulaşıcıdır, umarım gerçek hikayemden size de bulaşır… benden size, motorcudan yemek sepeti müşterilerine, tüm bunlardan bütün dünyaya… Bu insanlar yaşama umut katan melekler. Daha fazla olmalıyız, olmalılar. Dünyanın en kolay işi “İYİ OLMAK”, hadi bakalım.

Not: Fotoğraflardaki küçük dostumuz SARMAN’dır.




 

11 Temmuz 2021 Pazar

özür diliyorum (11 temmuz 2021)

 

Hepinizden özür diliyorum, hoyratça dallarını eğip bükdüğüm muşmula ağaçları, henüz çiçekken tomurcuklarınızı kopartıp yediğim ayvalar, kızarmanızı beklemeden tükettiğim kirazlar ve işin en acısı sapan taşı yerine koyduğum ham zeytinler… hepinizden tek tek özür diliyor ve af istiyorum. Dallarında sallandığım dutlar, sonbaharda sopa fırlatarak döktüğüm cevizler, yaban gülleri ve böğürtlenler… size sahip çıkamadığım neslinizi kurutanlara bir şey yapamadığım için özür diliyorum.

Ve Ben yüzyılların oluşturduğu bu güzelim toprakları koruyamadığım için dünyadan özür diliyorum.

Geçtiğimiz haftanın son günü, arabama atladık babamla ve eskiden E5 diye tabir edilen yoldan Yarımca’ya gittim. E5 ten gittim çünkü o yolu son haliyle görmeliydim. Yola çıktık ama İstanbul’dan çıkmamız bir saat sürdü. Kadıköy, Göztepe, Bostancı, Küçükyalı, Maltepe, Kartal, Gülsuyu, Pendik ilerliyoruz ağır ağır ama korkunç bir trafik içindeyiz. Sağa bakıyoruz sola bakıyoruz yüzlerce bina içinde hapsolmuşuz. Ne tepeler görünüyor ne de eskiden buraları süsleyen bostanlar, hiçbiri yok, hepsinin yerinde 25, 30, 40 katlı yamru yumru, helezonik, leş gibi binalar doldurmuş. Bir den dikkatimi çekiyor MALAZLAR Kibrit Fabrikası, tarihi kalıntı gibi öyle terk edilmiş beliriveriyor solumuzda. Şaşırıyoruz. Pendik’e ulaşana kadar sadece tabelalardan tanıyabiliyoruz coğrafyayı, ağzımız açık sürekli şaşkınlık nidaları ile yol alıyoruz. Sonra Tuzla beliriyor levhalarda, 2 yıl yaşadığımız Tuzla, sebze bahçelerinden alışveriş yaptığımız denizinde en güzel günleri geçirdiğimiz köftenin doktoralı ustalarında her hafta sonu ziyafet çektiğimiz Tuzla pat diye görünmeden gidiveriyor yanımızdan. Hala anlayamadık mı? Anladık da kondurmuyoruz. Bayramoğlu Çayırova hattında ben biraz sakinleşiyorum. E5’in kuzeyinde bomboş alanlar var, eskiden askeri bölge sınırlarında olan bu bölgeyi böyle görmenin huzurunu hissetmişken pat diye Gebze yığıntısı çıkıyor karşımıza ve o zehirli topraklara; Dilovası’na varıyoruz. İşte ben bu noktada başladım özür dilemeye doğadan. Gebze’nin Çavuş üzümünden kocaman yarma şeftalilerinden diledim ilk özürümü. Dilovası sınırlarında Osman Gazi Köprüsü tabelaları gözümüze çarpıyor yanlış yola girmemek için yavaşlayınca kabus daha da büyüyor, sağda solda taşlaşmaya yok oluşa tam göbeğinden tanıklık ediyoruz, köprü bağlantı yolu bahanesiyle dazlaşmış yerlerin çirkinliğini görüyoruz, içimiz acıyor, nefret hakim oluyor soluğumuza

Yola devam, üzülsek de ölsek de devam ediyoruz tabii ve birden körfez köprüsü beliriyor sağımızda, son derece çirkin çünkü oradan başlayan ve İzmit’e kadar devam eden liman ve antrepoların ürkütücü manzaraları peş peşe sıralanmaya başlıyor ve maalesef gözümüzü acıtıyor. Bütün dünya burada toplanmış sanki ve dünyadaki tüm limanlar buraya inşa edilmiş, yapılmış tüm gemiler buraya yığılmış. İnsanlara yaşam alanı kalmamış, bu keşmekeşin içine mahkum edilmişler. Şanslı kesim dağ tarafına kaçmış olsa da görüntü berbat. Toz gürültü pislik! Hiçbir ağaç ya da çiçek kapatamıyor bu rezilliği, nefes alamıyorsunuz adeta… Derler ya ANLATILMAZ YAŞANIR, gerçekten anlatamıyorum, sözcükler yetmiyor, karşılık veremiyor hissettiklerime.

Derken o güzelim Hereke’ye ulaşıyoruz, efsane Hereke… Ne halısı ne dokuması kaldı Hereke’nin… Ne balığı, ne atölyeleri. Düşünebiliyor musunuz kendini OSMANLI mirasçısı gören zihniyetin Osmanlı eserlerini dinamitlemesini. İlk dokuma fabrikasını açan Osmanlı burada tümüyle silinmiş. İnşaatlardan burası da büyük ölçüde nasibini almışsa da esas rezilliğin merkezine artık sonunda ulaşıyoruz. PETKİM’in her yanına yayıldığı ve son derece güzel yapılarla donattığı Yarımca. Efsane belediyecilikle 1970’li yıllarda bütün ülkece tanınan ve o meşhur kirazları dünya literatüründe geçen Yarımca. İşte yazımın bu anında anlatma yeteneğimi kaybettiğimi düşünüyorum zira yazamıyorum ifade edemiyorum. Bombardımandan çıkmış bir şehrin bile bir anlamı bir imajı vardır. Burada o bile yok. Birbiriyle alakası olmayan saçma sapan projelerle üretilmiş rüküş ve zevksiz binalar ki nedense bunların hiçbiri arsalarına sığmamışlar (!)  ve aralarda kalmış eski binalar; çürük diş kanserli doku gibi, tümüyle boş simsiyah ve harap öylece duruyorlar. O özür dilediğim ağaçların tek bir tanesi bile kalmamış kıtır kıtır kesilmişler ve bu heyulalar buralara inşa edilmiş. Numunelik bir tane dahi bırakılmamış. Yıllarca oturduğum evimi bulamadım, aralardan dolanıp ortalığı kolaçan etmeye kalktım ve görebildiğim tek şey kafamı kaldırınca baktığım gökyüzü oldu. Mahallem yağmalanmış heryeri deşilmiş parçalanmış, ters yüz olmuş. İlkokulum börek fabrikası yapılmıştı genişletilmiş yollara taşmış, yeni yapılan lise binası sağa sola değiyor, geçecek yer yok. Ben çocukken greyder ile açılan yol (Mehmet Akif Ersoy Caddesi demişler) oluşan trafiği taşıyamıyor, bu caddenin kuzey tarafındaki mahalleler üzerine sanki başka bir mahalle inşa edilmiş gibi altında kalmışlar betonun… Aynı anda zamanın iki boyutundasınız da gözleriniz bir türlü seçemiyor ortamı, apışıp kalıyorsunuz. Nefes alacak geçitler arıyorsunuz bu sıkışmışlıkta. Film gibi. Filmden öte kabus gibi, cehennem gibi. Daha fazla dayanamıyorum ve üzüntüyle evimize dönüyoruz babamla. Babam da ben de şaşkın ve yıkılmışız. 81 km.lik yolculuktaki tanıklıklarımız muhtemelen ülke genelinde de olan şeyler. İki yıldır bizi eve hapsedenler dışarıda feci şeyler yapmışlar, izinsiz aldıkları yetkilerle ülkeyi har vurup harman savurmuşlar, bir şey bırakmamışlar… bizi kapatıp bu ahlaksızlığı yapmışlar. Zaten yıllardır onaylamadığımız vahşi inşaat süreçlerinde son noktaya gelinmediği aşikar ama ülke elden gitmiş bunu kabul etmek gerek. Sanırım bu rezil süreçten fazlasıyla etkilenmesi Yarımca’nın turizm bölgesi olmaması, turizm bölgelerinde çok azıcık daha dikkatliler… ya da çok iyi paravan perde çekip gözden kaçırabiliyorlar ama Yarımca’da rahat rahat yapabilmişler istediklerini. Bu insanlık suçu bana göre. Soykırım hatta. Yargılayacak erk yok, hesap soracak güç yok, cezalandıracak kudret nerede? YAZIK!

NOT: Yarımca’yı 40 yıldır görmüyor değilim, son ziyaretim 3 yıl öncedir. Gerçi o zaman da rezillik gözlerime batmıştı ama şimdi bitmiş herşey.



6 Temmuz 2020 Pazartesi

Zamanda Yolculuk (6 temmuz 2020)


Çocukken, 5, 6, 8 yaşlarındayken bayramlarda mutlaka Fatih, Nişantaşı, Kadıköy’deki akraba ve eski komşularımızı ziyarete giderdik. İzmit’ten kalkıp gelirdik. Annem ile babamın ilk gençliklerini hatta çocukluklarını bilen komşular, kendi arkadaşları, büyükler, çok büyükler hepsi gezilirdi. 1973, 1974, 1978 gibi diyeyim o yıllara… o zaman yaşlı kabul edilen çiftler 1920’li yıllarda evlenmiş, en genci 1940’larda diyelim. Evler İstanbul’un Osmanlı zamanından kalma düzeninde eski yapılar ya da cumhuriyetin ilk mimari harikaları olarak modernleşmiş evleri… salon salomanje denen sofası kocaman, mutfakları minik, iki bölümü birbirinden ayıran kocaman Fransız kapılar ve hep o kapıları çepeçevre saran saksıdaki sarmaşıklar bu evlerin başlıca özelliğiydi. Nasıl özlem duyulmaz ki…  Kendine özgü kokan ki bu genelde ahşap, reçine, yağlıboya kokusu olurdu; bu evlerin oturma bölümündeki  sehpaların birinde mutlaka kuşkonmaz bulunurdu.. Yaşıtlarım az çok anlamıştır umarım… yaşıtlarım derken, 50, 52, 55 hatta 60 diyelim.


Mutlaka yemek yenir, yemekte ise mutlaka köfte, patates, pilav, zeytinyağlı dolma veya fasulye, yazsa mutlaka patlıcan kızartması, mis kokulu söğüş doğranmış domatesler olurdu. Çoban salata evet maydanozsuz çoban salata (ki maydanoz olmaz zaten). Küçüklere limonata ya da vişne şerbeti, büyüklere ise aslan sütü, buz, su, benim gibi ara nağmelere de duruma göre küçük bardakta bira düşerdi (laf olsun diye, gazozcuydum ben aslında ve birayı hiç sevmem). Kavun, karpuz, meyveli muhallebiler, keşkül, meyve salatası gibi yaz tatları hiç unutulacak gibi değil. İşte o evlerde el işi masif mobilyalar, tonet sandalyeler, nedense küçük dört bacaklı masif masalar, sehpaların üzerinde dantel örtüler, goblen yastıklar, duvarlarda ünlü ressamların reprodüksiyon tabloları güneşten solmuş ama asla atmaya kıyılamamış o resimler, koyu yeşil ya da bordo kadife döşemeler hiç aklımdan çıkmaz. Her evin olmazsa olmazı bir kafes ve içinde yaşayan saka kuşu, eskiden hep saka beslenirdi öyle muhabbet kuşu bol değildi. Türk filmlerinde hep görürüz o manzarayı, dikkat ediniz mutlaka. Uşak ya da Isparta el dokuması halılar, ah o çiçek desenli kaba tüylü halılar. Yerler tahta, döşeme gıcırdar durur hep yürürken.

Niye mi anlatıyorum. Üç gün önce Kuzguncuk’ta İcadiye Caddesi’nin yukarılarında (ki orada halamın kızı yıllarca oturmuştur) bir eskicinin kapı önüne koyduğu bordo kadife döşemeli kanepe, gözbebeğimden içeriye ışık hızında girdi. Koltuğu görünce yukarıda yazdıklarım beynimin içinden geçti tek tek… Hemen yukarıda manevra yapıp geri döndüm dükkanın hizasında durdum. İnip baktım kanepeye sonra babam ve annem de indiler arabadan. Kanepe öylece zaman makinesi gibi duruyordu. Evet resmen zaman makinesi. 1970’li yılların eski çiftlerinin evlerinden çıkmış gelmiş bir kanepe. En az 60 senelik belki de 70! Ertesi gün gidip aldık mucizeyi, iki saat sonra evimizdeydi. Ben hemen sildim temizledim (kir bile çıkmadı enteresan!)
Evdeki kanepeyi de adama verdim, ondan da kurtuldum. Şimdi hepimiz çok mutluyuz, ben çocukluğumda yaşıyorum, hapis günlerinde yapacak bir şey yok… en güzeli fiziksel yolculuklar yapamayınca, ruhsal yolculuklara çıkmak, zamanda yolculuk mümkün, bunun için ruhun ve zihnin sana yeter. Kimse sizi hapsedemez, özgürlük fiziksel değil beyne aittir ve ruhsaldır. 

ÖZGÜR olun ÖZGÜR’leşin.

23 Haziran 2020 Salı

yağmur (23 haziran 2020)


Hayatımın en mutlu günü bugün...

En mutlu demek abartılı olabilir ancak en eğlenceli günü oldu bugün. Evime 200metre kala ve etrafta sığınacağım mendil kadarcık bir saçak altı dahi yokken öyle bir yağmura yakalandım ki anlatamam… çooook yağmura, sağanağa yakalanmışımdır ama ya şemsiyem ya saçaklar ya da ulu ağaçlar beni hep kurtarmıştır. Hayatımda hiç ıslanmadım ben, yarım yüzyılı geçirdim bu dünyada ama tek kere suya, dereye, havuza, denize düşmüş insan değilim. İlk defa başıma geldi.

Ekmek ve daha da önemlisi mayalayacağım yoğurdun sütünü almaya çıktım ve evime çok yakınım. Gök gürledi, bulutlar simsiyah geldi ama nasılsa kaçarım diye pek umursamadım ki; meteorolojiyi nefes alır gibi izler, saati saatine tahminlere dikkate eder ve önlemlerimi alırım. Bu sefer de atlatır damlalarla ralli yapar yırtarım dedim.

Olmadı, papaz bu kez o pilavı yemedi. Evime ramak kala üzerime kovalarca su dökülmeye başladı… ilk işim ayakkabılarımı çıkartmak ve elime almak oldu, yalınayaktım… iki üç adım atmıştım ki, ıslaklığın içime ilerlediğini hissetmeye başladım, inanamıyordum ama sırılsıklam olmuştum. Elimde ayakkabılarım, yalınayak sulara şap şap şap basarak ilerlerken kotumun tümüyle üstüme yapıştığını ve ağırlaştığını iyice anlamış oldum… fazla hızlanamadım çünkü süt 5lt, kot iyice ağırlaşmış üzerimde ve bluz ıslandığından acayip de üşüyorum… yanımdan geçen arabaların içinden şaşkınca bakıyor insanlar… saçlarımdan sular sırtımdan aşağıya akıp arka cebimdeki telefonumu da bir güzel ıslatmış o ara; onu da eve gelince anladım zira cihaz şarj olamıyordu, nem uyarısı veriyordu garibim Neyse kuruttuk ettik hayata döndürdük.


Ama öyle güzel öyle güzeldi ki! Hele sulara şap şup çıplak ayakla basarak yürümek, aman yarabbim, bu nasıl keyifti böyle, çocukluğumuz gibi. Yağmura teslim olunca anladım çok aciziz, yapacak fazla bir şey yok. Kaçma yağmurdan be Zeynep teslim et kendini diye düşündüm ve keyfini çıkardım. Kapıya geldiğimde sırılsıklamdım, annem yerlere gazete serdi, üzerinden banyoya ilerledim ve doğru duşa girdim… Keşke bir daha olsa.

7 Nisan 2020 Salı

CORONA günleri III (7 nisan 2020)

Şimdi bana herkesin çok kızacağına eminim ama ne yapayım gerçek böyle, gizleyemem ki! BU KARANTİNA SÜRECİNE BAYYYILIYORUUUUUUUUUUUUUUM.

Ben bu karantina günlerinden son derece mutluyum… virüs gelip bedenime yerleşse ve beni yok etmeye koyulsa da çok memnunum, yapacak bir şey yok ne kadar uğraşsam da mutluluk halimden arınamıyorum, keşke herkes benim gibi olsa.

Yüzlerce telefon görüşmesi yapıyorum, yıllardır görmediğim konuşmadığım insanlarla tekrar ilişki kurdum, yılların acısını çıkartıyorum, karşılıklı olarak çok çok mutluyuz.

Sokağa çıkmasam da devletin verdiği paraları almak için kısa mesafeli çıkışlarım oluyor… Araba olmadığı için caddenin tam ortasından yürüyorum sosyal mesafem 20metre, yüzümde maske ellerimde eldivenler gayet izole şekilde güneşe yüzümü dönüyorum.  Market alışverişlerimi zevkle yapıyorum, kimselere bırakmıyorum kimselere elletmiyorum satın aldıklarımı, temiz temiz ilk elden evime getiriyor istediğim gibi dezenfekte ediyorum

İzlemediğim ne var ne yok hepsini izledim internetten, daha sırada onlarcası var, oysa ben hep evdeydim ve bunları yapma olanağım vardı ama niyeyse birikmişler işte.

Maske aldım bir halta yaramıyor, kulaklarımın arkasında problem var zannımca durmuyor lastikler; ben de oturdum bugün modifiye ettim maskeyi de rahatladım.

En güzeli araba kullanmak, ya rabbim İstanbul’dayım ve sanki 1966 yılındayım. O derece boş yollar, böyle gaza köküne kadar basıp da çığlık çığlık bağırasım geliyor.

Yemek de ayrı bir şölen, her gün kendimize bayram sofrası kuruyoruz yiyor içiyoruz… kilo mu? Yok kilo almıyoruz, nasıl beceriyorum ama bilmiyorum her gün tartılıyoruz daha gram yükseltmedik kiloyu… demek doğru şeyleri yiyoruz.

Yoğurt için süt kovalıyorum, hiç üşenmiyorum, hareket etmenin ve sosyalleşmenin yolu olarak görüyor, dağıtımın ilk günü mis gibi sütümü alıyor akşama mayamı çalıyorum. Taş gibi yoğurtlar yapıyorum. Sıra ekmeğe de geldi onu da halledeceğim, öz maya yapmaya kararlıyım! Ekmeğin; mayalı ekmeğin ilk icat edildiği zamandaki yöntemi kullanacağım.

Meğer ne güzelmiş yaşam… para mesela, sürekli para çekiyorum emekliyiz ya … promosyon, ikramiye bilmem ne… altınlarım vardı bir haftada altın %20 kazandı, ben de kazandım dünya kadar PARA!… ama önemi var mı? Ne yapacağım ki kazandıklarımı, ne kadar önemsiz oldukları ortada işte… Para bir kağıt parçasıymış bir işe de yaramaz imiş, bunu ben çok önceden anlamıştım daha da perçinlendi beynimde.

Karantina günleri çok güzel ve çok eğlenceli… yapmak istediğin her şeyi yapabiliyorsun. Ben bu işe bayıldım ya hu… TEŞEKKÜRLER VİRÜS.

2 Nisan 2020 Perşembe

CORONA günleri II (2 nisan 2020)


Çok değişik bir dönemden geçiyoruz. Ne dedelerimizin yaşadığı savaş yılları, ne büyük dedelerimizin yaşadığı göç yılları gibi. Bambaşka. Savaşın da göçün de içinde özgür anlar, alanlar vardır ama burada bunlar yok. Yaklaşık 15 gün önce yitirdik her şeyimizi, canımızdan başka. Sürecin sonuna nasıl varacağımız da belli değil.

Uzun yıllardır yapılamayanlar yapılıyor, ilk şoku atlattıktan sonra herkes işe koyuldu. Burada en kilit grup, başvuru noktamız yaşları 40-60 arasında olan kitle yani bildiğiniz X kuşağı. Çünkü onlar eski ile yeniyi en iyi kaynaştıran her ikisini de bilen bir kuşak. El işleri, ev işleri yapıyorlar, okumayı seviyorlar, yemek pişirebiliyorlar, evlerini kendileri temizleyip ütü yapabiliyor, örgü örebiliyorlar. Resim yapıyorlar, sanata yatkınlar, her türlüsüne. Oyalanmak için teknolojik yeniliklerle sunulan tiyatro, sinema, konser gibi şeylere balıklama atladılar, çünkü tiyatro izlemeyi biliyorlar, önemsiyor ve seviyorlar. Elde bulaşık yıkamak nedir onu bile biliyorlar, yoktan var etmeyi annelerinden babalarından öğrendikleri için anında yürürlüğe koyuyorlar o eski öğrendiklerini.

Hepsinin anıları var - binlerce, bunları paylaşıyorlar, iskambil oynuyorlar, tavla, dama, sessiz sinema. Baskı halinde fotoğrafları, albümleri var, hepsine el attılar baştan düzenliyorlar, neler neler buluyorlar. Koleksiyonları var, bu kuşağın çocukluktan gelen bir toplama hastalığı vardır, hepsi ortaya döküldü şimdi.

Ev ahalisi ile ilişki kuruldu, kurdular, kurmak zorundaydılar, tıpkı kendi komşu, anne, baba ve arkadaşlarıyla eskiden olduğu gibi. Yıllardır içlerine gömüldükleri yalnız hayatlarından yapayalnız kalarak kurtuldu büyük bir kitle. Yalnızlık neymiş iyice anladı. Sokağa çıkamıyor, gezemiyor, özgürlüğün ne demek olduğu da iyice hatırlandı büyük kesim tarafından. Paranın hiçbir işe yaramadığı, sağlığın ne denli önemli olduğu kafalara yazıldı, unutulmuş bu hazine yeniden akla geldi. İyi de oldu.

Birçok insan hayatını sorguladı mutlaka. Nerede olduğunu, niye olduğunu düşünme fırsatı buldu. Bazı acı gerçeklerle yüzleştiğimizden de eminim. 

An itibariyle çıkıp da bir kafede dumanı tüten mis kokulu birer kahve eşliğinde, hadi birer de sigara yakarak karşılıklı konuşmak neymiş, ne kadar değerliymiş ortaya çıktı. Dünyaları verirdik şimdi bunu yapmak için; şu onbeş günde çok özlediğimize eminim.

İyi işte bir daha hep birlikteyken yüzümüze bakmayı bırakıp üstüne hiç konuşmayarak elimizdeki telefonları kurcalamakla ne büyük kayıplar verdiğimizi sanırım idrak ettik. Eminim ki bu süreçten çıktığımızda hepimiz sımsıkı sarılacağız ve hasretle birbirimizi öpeceğiz. Ben özledim, hiç değilse el sıkışabilseydik. Dokunmak insanidir, sıcaktır, samimidir. 

Zaman geçirmek zorluyorsa başta da söyledim başvurunuz X kuşağıdır, onlar ne yapıyorsa onu yapın. “Ah ne güzeldi o günler” diyen o kuşak. Geçmişte yaşıyor diye alay edilen o kuşak! Anahtarınız!

20 Mart 2020 Cuma

Rüya (19 mart 2020)



Dün akşam bir rüya gördüm… Vakit gündüz, az ışıklı ılıman bir hava var hani deriz ya LİMONATA GİBİ… tam öylesi bir hava, serin serin hafifçe esen rüzgar yanaklarınızı okşuyor, saçlarınızı havalandırıyor nazikçe... Güneşin ışıkları gözlerinizi kamaştırmıyor, rahatsınız.

Bahariye Caddesi’ndeyim … cadde tertemiz yeni yıkanmış da kurumuş gibi, nemli taşlar, beyazımsı gri ama kuru. Hoş bir koku var ortamda, henüz açmasa da ıhlamur ağacından mı geliyor ne diyorum.

Tramvay yolunun ortasından yürüyorum heryer boş. Araba yok, insan yok, mağazalar kapalı ve ben yalnızım. Bir iki pastanenin içinde birileri var ama yok gibi. Büfe açık, eczane açık, gözlükçüler açık, o kadar… sessizlik öyle güzel ki anlatamam ve o tenhalık, hasret kaldığımız o boşluk, o insansızlık. A unutmadan söyleyeyim kediciklerimiz ve köpekçiklerimiz oradalar ancak duvar diplerinde donmuş resim gibi; dekor oluşturuyorlar sadece.

Yavaş yavaş yürüyorum, üzerimde uzun ama hafif montum var, bol şaldır şuldur yürürken uçuşuyor o da, kot taytım ve 5cm topuklu botlarım… Bu botlarla yürümek çok rahat hiç ayağımdan çıkartmıyorum. Lacivertler, sık sık boyuyorum o yüzden pırıl pırıllar. Sağa sola bakıyorum, beynim dinleniyor arınıyorum uykumda. Rüyalarda rastlanacak ortam, anlayacağınız rüyam; hakkını veriyor rüya olmanın…

Birden bir kıvılcım çakıyor zihnimde, uyanık dünyam müdahale ediyor rüyama. Hazır rüyadayım ya neden olmasın. Birden koşmaya başlıyorum, tramvay yolunun tam ortasından yukarı doğru… Son sürat koşuyorum ve koşarken “hala kalbim acımadı” diyorum. Koşuyorum deliler gibi, gülerek yine deliler gibi, öyle hoşuma gidiyor ki. Göğsüm sıkışmıyor… Ben çok hızlı koşarım (koşardım) yıldırım gibi. Şimdi de fena değilim ama yaş ilerledi, o kadar hızlanamıyorum ve süre azaldı… ciğerlerim daralıyor… sanırım son geçirdiğim gripten sonra kaldı bu bende öncesinde yoktu… Belki de yaştan, yaş ilerledi… Belki de pis havadan ne de olsa İstanbul çok kirli. Bilemiyorum artık neden… normal insanlara göre hızlıyım yine de.

Koşuyorum, koşmaya doyamıyorum… gülüyorum gülmeye de doyamıyorum… aksimi görüyorum vitrin camlarında... o da ne, dudaklarımda ruj var… Şaşıyorum! Ruj nereden çıktı diye düşünürken kırmızı olduğunu fark ediyorum.

Uyanıyorum

Sabah olmuş çoktan

Hiç uyanmak istemiyorum, Rüyadan uyanmak, koşmaktan durmak, gülmekten ayrılmak hiç ama hiç istemiyorum.

13 Mart 2020 Cuma

CORONA Günleri (aşk'sız)


Biz yani insanoğlu (aklı olan tek canlıyız ya) SON denen ve hayatımızın her anına, her eylemine, yaşamsal etkenlerine (fiillerine) yön veren, çok da merak ettiğimiz ama çözemediğimiz o en büyük problemimizi tanımlarken nedense bunu hiç aklımıza getirmemiştik – SON - Ya da aklıselim sahibi, bilimi hayatının merkezinde tutan küçücük bir toplum kitlesi düşünmüş olabilir. Bilemem bunu.

Biz yani insanoğlu SON denen o büyük felaketi vahşet, afet, katliam, sonsuz büyüklüklerle ifade edilen (göktaşı, gezegen, yıldız çarpmaları) olaylara göre betimledik hep. Hiç aklımıza gelir miydi minicik cisimcikler, canlımsılar getirsin sonumuzu. Hiç düşünmedik, bilemedik.

Kuantum! Klasik bilimde yani fizikte olsun, düşünsel anlamda felsefede olsun her alanda sonsuzlukları ve sonsuz küçüklükleri, hayal edilemeyecek minimizasyonu tanımladığımız o sihirli terimi aklımıza getirelim bir an. Sona varılamayan bir yoldur kuantum, varılamayacak sondur, sonsuzluktur ve evrenin davranışını temsil eden en küçük yapıtaşıdır. Bir çeşit kökhücre gibi düşünün… Cansızdır ama CANLI’yı yönetir. Evren de bu değişen dönüşen her şeye maydanoz olan minicikler tarafından yönetiliyor unutmayın. Geçenlerde bir biyolog virüsler için CANSIZ’dır dedi, inanamadım. Ya da anlayamadım. Her neyse bu ayrı konu.

Kısacası evrenin işleyişi sürekli bir dönüşümü barındırır, su oluruz, toprak oluruz, azot olur yayılırız, aminoasitler halinde can buluruz, sürekli dönüşürüz. Her sebep bir sonucu doğurur her sonuç da yeni bir sebeptir, bu böyle gider… geldiğimiz noktada (ki ben hala bunun da dünyanın nefesini tutma, insanlığı etkisizleştirme adına ortaya atılmış bir senaryo olduğunu düşünsem de) kendinden menkul sapına kadar öldürücü bir virüs olmayıp bir “MUTANT” (taklitçi değişmiş, palyaço) virüs versiyonu tarafından yok edilme tehlikesi ile burun burunayız. Evet ölümle burun burunayız. Evrim sürecinde birkaç adım ötede olan insanlar, (ki bunlara bağışıklık sistemi güçlü bünyeler, güçlü genler de diyebiliriz), melezler, bedensel dayanıklılığı gelişebilmiş, doğuştan güçlü tipler daha rahat olabilseler de ortada çok ciddi bir sıkıntı var.

1999 yılında Oktar Babuna’nın üstün hizmetleriyle ilikleri toplanan ve DNA’sı çözülmeye çalışılan Anadolu Milleti bir türlü biyolojik yöntemlerle çökertilememiştir ve coğrafyamızın gen profili konuya takla attıracak güçtedir ancak; son 25 yılda antibiyotik manyağı yapılan yeni nesilin şansı daha azdır. 1989dan beri nişasta bazlı beslenen, glukoz bağımlısı hale gelmiş beyni obezleşmiş mankafa (ki çok zeki sanıyoruz biz onları) ergen topluluğunun şansı daha daha azdır bana göre! Hele bir de vegan vejeteryan vs. gibi abuk subuk tipler var ki hiç şansları yok -  yok olup gidebilirler bu hengamede. İşin en acısı da yıllardır ne idüğü belirsiz tohumları, yemişleri, sıvıları 100 yıl yaşayabilmek için şuursuzca tüketen (ki bunlar 7den 77yedir) belirli sayıda arkadaşı da kaybedecek olma ihtimali beni hayli üzmektedir.

Nereden nereye geldi benim mevzu… Kuantum – minik şeyler – ufacıklığın mega mega gücü ve virüs mutandının karşımıza diktiği ÖLÜM gerçeği. Tarihe tanık oluyoruz. Ben memnunum bu tanıklıktan. Evren ne isterse o olacaktır, değişiyor, dönüşüyor belki de bizden kurtuluyor, bilemeyiz. Benim yok ama sizlerin olacak inşallah, bu badireyi atlatırsak torunlarınıza anlatırsınız 50 yıl sonra (hoş 50 yıl sonra ben hiç yokum çoktan ölüyüm). Neyi mi anlatacaksınız? İşte kayda belge düşürdük, kısa özet benimkisi buna bakarsınız. Covid-19 günleri… Corona Günleri’nin dayanılmaz rahatlığı diyelim biz buna, AŞK’sız

Hiç gelir miydi aklınıza gözle görülemeyen bir canlının dünyanın sonunu getireceği… Jüpiter çarpacakken niye yani şimdi bu virüs işleri? Yakıştı mı?

NOT: Vesile ile teknolojideki en gelişmiş seçenekler de ayaklarımıza serilecektir emin olun... Keşfi gizlenmiş nice şey ortalığa dökülecek, benden söylemesi.

1 Şubat 2020 Cumartesi

Yaştan ve Kilodan bağımsız DANS (1 şubat 2020)


İster tek olun ister çift ya da bir sürü bir sürü olun
İster zayıf olun ister şişman
İster kadın, ister erkek ya da çocuk
İster 40’ında olun ister 70’inde...

Tutmasın bacaklarınız! Parmaklarınız yeter...
Elleriniz de mi tutmuyor! E yüzünüz, mimikleriniz, saçlarınız kafi.
Etekle olun ya da pantolonla, bacaklarınız görünse de olur görünmese de
Varsın boyunuz kısa olsun, hatta cüce!
Sırık gibi olun hiç fark etmez
Saçın siyahmış, beyazmış, uzunmuş, kısaymış kime ne
Çirkin ol, yüzün kırış kırış ya da dünya güzeli ne ilgisi var.
Bir çiçek, bir çift küpe yeter, kocaman olanından; çiçek de öyle
Hepsi kırmızı olacak diye bir şart yok, hatta o muhteşem müziğine bile bazen ihtiyacınız yok! Avuçlarınız var ya ya da tahta topuklarınız!
Neden mi söz ediyorum?????
Elbette FLAMENKO’dan! Dansın en güzelinden!

Yaştan, kilodan, cinsiyetten bağımsız bir dans, ÖZGÜR DANS! Güç, karizma, bağımsızlık, özgürlük isyan hepsi onda… Tanrının insan bedenine bahşettiği muhteşem hareketler bütünü… Sadece ellerinizle dahi 1 saat dans edebilirsiniz… yerleri delercesine, göğe uçarcasına, dünyaya haykırırcasına çığlık çığlığa dans edin.

27 Aralık 2019 Cuma

2020'ye girerken (4 gün kala)

Geçen yıl kaleme aldığım yıllık muhasebemi bugün okuyunca benzer değerlendirme yapmayı kendime borç bildim. Gelecek yıl lazım olabilir. Nasıl geçti bu 2019 denen yıl. 

Açıkça söyleyeyim ki, arkadaşlarım, çevremdeki güzel insanlar, mahallemdeki esnaf gibi hayatımı güzelleştiren unsurları bir kenara koyarsak 2019'u hiç sevmediğimi, çekip gideceği için de çok memnun olduğumu itiraf etmeliyim. 

Evet hiç sevmedim. Bu yıla ilişkin hedeflerim vardı ancak hiçbiri olmadı, hedef ya da hayal teki bile gerçekleşmedi. Bu nedenle kırgınım biraz; kırgın, üzgün, hüzüne bulanmış. HUZUR dilersiniz ya, o da pek olamadı bu yıl, huzura ilişkin kayda değer bir dönem yok veritabanımda. SAĞLIK konusunu hiç bilmiyorum, keza sağlığıma ilişkin yılın başında yaşadıklarımdan sonra ilgilenmeyi kestim, ne var ne yok bende umurumda bile değil. Yaşadığım ülkede zaten işler berbat, öğrenmek, duymak ve düşünmek istemiyorum, artık içimi baydı bu konular, canımı sıkmaktan başka şeye yaramıyor, çoluk çocuk yok ona şükrediyor yuvarlanıp gidiyorum.

Biliyor musunuz saçlarım uzadı ve doğal rengine boyandı, çok özlemişim uzun saçı ve rengimi, bu kararımdaki tutarlılığımı alkışlıyorum, bana bu gücü ne verdi bilemiyorum ama memnunum durumdan. Kısacası kendime bakmaya başlamıştım 2018'in sonunda ve bırakmadım; bakmaya devam ediyorum, oje bile sürmeye başladım, çok mutluyum. 8-10 yıllık nadas bitti

Yürüyüşlerim hiç hız kesmedi, günde 10-12km'ye bana mısın demezken aşırı kilo kaybım nedeniyle 8-9km.ye indirdim, yürümekten çok zevk alıyorum, tarifsiz bir keyif, yalnız bu faaliyet; okumak, el işleriyle uğraşmak gibi zamanlarımdan çalıyor ama olsun... hatta malesef yazmaya ayırdığım zamanlarımdan bile feragat ediyorum. Yazmak demişken bu durumdan da memnunum çünkü epeyce yazı üretebildim.

2019'da tarafımdan yapılan en güzel iş; sosyal medya (facebook, twitter) hesaplarımı kapatmam oldu, bu kısım mükemmel bir arınmayı beraberinde getirdi, harcadığım o zamanlara çok üzülüyorum. Sosyal medya denen şey uyuşturucu imiş, tam bir pislik yuvası imiş ayırdına vardım.

Denize giremedim yine, çok üzgünüm... hatta havuza giderim demiştim onu dahi yapamadım, suyla ilişkim kesik anlayacağınız. Oysa belirgin bir hedefti benim için GüneyBatı'ya gidebilmek ama olmadı ne yapalım.

Çok komik bir şey daha yazayım, bu yıl da bekar kalmayı başardım artık bundan sonrası gayet rahatım ne de olsa 2020 de yaşım "52" olacak, her ne kadar Kasım'da doğmuşsam da 52'yim. 

Geçen yıl yazdığım 1994ten kalma 501 pantolonumu Mart ayı gibi giyebildim, bugün de üzerimde ve inanılmaz bol geliyor bana, erimişim... hatta sanırım bir virüs taşıyorum ve yağlarımı yiyor... ellerim, parmaklarım, yanaklarım, boynum, ayaklarım, hatta gözlerimin altındaki torbalar bile eridi. Saçımın başladığı bölgede damarlarım görünüyor alnımda. Berbat bir siluetim oldu. İnatla eski kıyafetlerimi giyiyorum üzerimden dökülüyorlar ama cılızlığımı gizliyorlar, yeni şeyler almıyorum henüz, inatla eski halime döneceğim günü bekliyorum. Hiç hoşnut değilim bu durumdan ve 2019'un en sevmediğim kısımı da bu. 

Diyorum ya hiç sevmedim ben bu yılı. İyi ki dostlar var ve onlarla paylaşılan anlar! Bunların bolluğu yadsınamaz, inkar etmemeliyim bu anlamda bereketli bir yıl oldu.

Azkalsın unutuyordum, çok film izledim bu yıl, sürekli sinemaya gidiyorum buna zaman ayırabiliyorum, bunun sevincini anlatamam, memnunum.

2019'un en en en güzel tarafı oldukça serin geçen yaz aylarıydı, çocukluğumdaki gibiydi, bunaltıcı olmayan havalar yaşadık. Bakalım yeni yılda neler olacak, şimdiden merak ve heyecan içindeyim. Merak edecek kadar iyi haldeyim demekki... İyi!



19 Aralık 2018 Çarşamba

2018 giderken (19 aralık 2018)


Nereye gidiyorsa artık, zaman göreceli bir şey başı da yok sonu da … biz kesitler alıp sağına soluna sayısal veriler ekleyip birer de isim takarak kendimizce yönetiyoruz… yönettiğimizi sanıyoruz. ZAMAN’ı anlamak modellemek, belirli kavramlara oturtmak imkansız, zaman özgür ve bağımsız, zaman sonsuz! Belirsiz! Anlamsız!

Neyse felsefeyi bırakalım bir kenara… bir zamanlar MUTLU OLDUĞUM ANLAR diye bir yazı kaleme almıştım; sağlam da bir liste yapmıştım. Zaman rahat durmuyor ki o dinamik felsefesi ile beynimi hiç rahat bırakmıyor, bütün dürtüklemeler beni yine klavye ile buluşturup yoruyor. Yazmasan olmaz, kaydetmezsen işte o zaman ZAMAN YOK OLUR! Yazmak lazım. Felsefeyi bırakamadık daha değil mi? Bakın konuşmaya da başladım, sorular soruyorum yanıtlarınızı duymayacağımı bilerek!

Ne diyorduk, 2018’i sepetliyoruz artık ve "bakalım bu yıl ne olmuş" gibilerinden bir göz atalım geçmişe.

Geçtiğimiz 1 Ocak’ta “bu yıl çok güzel şeyler yapacağım, çok güzel şeyler olacak” diye söz vermiştim kendime. Memleketin içler acısı durumuna, sosyo-kültürel felaketine rağmen benim cephemde herşey pek güzel geçti. 19 Aralık itibariyle bu tahlili yapabilirim, kalan 12 günde başıma ne gelir bilemem ama gelirse de bilin ki güzel güzel gidiyorum. Evet bu yıl hayal ettiğim herşeyin hemen hemen tümünü gerçekleştirdim. Bunun için önce kendime teşekkür ediyorum sonra da çevremdeki herkese, manavdan bakkala, sucudan çöpçüye, kahveciden çaycıya, herkese. Hele arkadaşlarıma, onlara binlerce kere teşekkür ediyorum. Bu sonuca varmamda hepsinin katkısı olduğunu bilmeliler.

Bu süreç Eylül yani Sonbaharın başlangıcıyla ivmelendi, açıkçası berbat sıkıcı bir yaz geçirmiştim, tümüyle eve kapalı, sıcak, pestil gibi bir yaz. 1 Eylül’de sokaklara çıktım, bugün hala sokaklardaydım, deliler gibi yürüyorum, uzun yıllar ara vermiştim bu işe yeniden başladım ve bu harika. Yürüyor, geziyor, kapı kapı sokak sokak yaşadığım yeri adımlıyor ve tanıyorum. Görsel hafıza depolarımı dolduruyorum çünkü biliyorum ki kısa bir süre sonra bunları göremeyeceğiz; yitirip gideceğiz! Bol bol fotoğraf çekiyorum ki arşivim zenginleşsin çünkü bir süre sonra bana lazım olacaklar.

A bu arada yaklaşık 10 yıldır,  net 8 yıldır ara verdiğim şeylere geri döndüm. Kendime bakmamaktan vazgeçtim. 10 yıl önce çılgın bir kararla kendime bakmaktan, birçok disipline bağlı yaşamaktan, giyinmekten, süslenmekten (çok özel durumlar hariç) vazgeçmiştim. Molalar oldu tabi ama genelde durum böyle idi. Yeni giyisiler satın almadım, yeni eşyalar da. Saçlarımı boyamadım, kısacık kestirip bembeyaz dolaştım 8 yıl. Annemin giymediği kıyafetleri giydim, 3 beden boldu ama giydim sorun olmadı ayrıca kısa da geliyordu ama hiç önemli değildi. 12 yıllık CAMPER, 22 yıllık CAT, 27 yıllık western gömleğim, annemin eski püskü deri ceketi vs. tam bir köyün delisi modunda ama tarif edilmez bir rahatlıkla nefis bir dönem geçirdim. İnanılmaz dinlendim herkese öneririm. Nepal’e gitmeye gerek yok yani, siz içinizdeki Nepal’i keşfetmeye bakın.

Çok daha önemlisi hayatımdaki gereksiz varlıkları ortadan kaldırdım, cansız maddi varlıkları fırlattım attım, canlı olanlarını da hayatımdan çıkarttım, beni yoran kimseyi bırakmadım; görüşmüyor, konuşmuyorum. Bakın bu da büyük rahatlık. Epeyce utanmaz, terbiyesiz oldum. Umurumda değil açıkçası ve ben bunları bu yıl fark ettim. Bu yıl anladım ki çok doğru bir karar vermişim 8-10 yıl önce. Ama bu kadar mola yeter diye düşündüm ve geri dönmeye karar verdim. Geri döndüğümde eski Zeynep’i bulamadım gayet tabii, eksiklikler, yıpranmalar var ne yazık ki ama onlar da işte bu ZAMAN denen şeyin yaptığı terbiyesiz şeyler. Ölçülebiliyor ya zaman; sıyırıyor da kazıyor da, silip süpürüyor da. Bunu da anladık sağolsun. Ha unutmadan yazayım 2012 yılından beri denize girmedim ben, bu yıla yetişmedi ama önümüzdeki yıl bu işi de halledeceğim umarım.  A bir de 1994 yılında satın aldığım ve hala üzerime rahatıkla giyebildiğim Levi's 501'imi giyeceğim. 

Yalnız bu arınma, temizlenme, rahatlama dönemine ilişkin çok değerli kazanımlarımı tümüyle bırakmayacak önümdeki zaman dilimlerinde onlarla birlikte yaşayacağım, yani herşey eskisi gibi olmayacak, ya da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…

2019’e girerken kendinize sözler verin, yıla öyle başlayın olur mu? Ne istersen o olur; NE İSTERSEN!


26 Kasım 2018 Pazartesi

Mutluluk (26 kasım 2018)

Mutluluğun formülü çok basit. Ortada öyle kafa patlatacak, bin bir zorlukla başarılacak bir şeyler yok. Aslında hayata nasıl başladığınızla son derece doğru orantılı, ilintili.

Düşündüm

Birkaç gündür yoğunlukla düşünüyorum ki; “ben mutlu biri miyim” diye.

Dün karar verdim, üzerinden 24 saati de geçirdim baktım bir değişiklik yok kararımı verdim: MUTLUYUM!

Nasıl mı?

Hayatı algılamaya, fark etmeye başladığımda çok mutsuz bir başlangıç yaptığımı keşfettim. Evet oldukça mutsuz bir başlangıç oldu benim için. Ondan sonra yaşadıklarımın hepsi hep yukarıda kaldı asla bunun altına inemedi… En azılı sevimsizlikler, dibe vuruşlar, dertler, kederler vs. hiçbiri bunu ezemedi. Sürekli mutluluk hali diye psikolojik ve travmatik bir tanım vardır ya işte aslında o durum mevcut sanırım bende ve bu HARİKA, çok da rahatlatıcı. Kendimi mutlu olduğum kadar çok da ŞANSLI kabul ediyorum. 40 yıldır vaziyet bu minvalde ilerliyor! Bir kere çok cesaret verici, CESURSUNUZ, her türlü felaketi soğukkanlı karşılamanızı da sağlıyor, TAŞ GİBİSİNİZ. Her zaman ikinci bir yol birden beliriveriyor. Referans noktanız müthiş çünkü

Şu ana kadar olmadığı gibi bundan sonra da “beni mutsuz edecek tek şey olmayacaktır” adım gibi eminim. Fark ettiğim üzere gayet rahat ve pervasız yaşıyorum, hiçbir şeyi dert etmiyorum etsem bile biraz sonra unutuyorum, aklıma bile gelmiyor. İşsiz kaldım, parasız kaldım, bütünlemeye kaldım, terk edildim, terk ettim, ailemde büyük hastalıklar yaşandı, çok sevdiklerimi en olmadık zamanlarda kaybettim (ki beni en çok üzenlerdir) ama yine de aşağılara indiremedi ruh halimi. Bunu duygusuzlukla, umarsızlıkla karıştırmayın asla değil, aynı şey değil.

Yaşam çok basit, aklınızı alacak kadar basit hem de, onunla didişmek ise yaptığınız en aptalca şey ve varacağınız bir nokta da yok. Bunu hımbıllıkla karıştırmayalım ama! Hımbıl bir insan değilim asla. Çok yaramazım ne yalan söyleyeyim, hiç rahat durmam, haylazlıklarım oldukça fazla... bir o kadar da terbiyesizim, üstüne utanmaz da oldum. Asla saygısız, onursuz, ahlaksız değil ama! Ancak bazılarının dertlerine gülüp geçmiyor da değilim.

A bu arada HIRS denen şey yok bende, aşısı olsa yaptıracağım ama yok işte. Hırs olmayınca bazı şeyler zaten çorap söküğü gibi ilerliyor, maddi hırslar, maddesel hırslar hayatı zehir ediyor, bunu da bilesiniz isterim. “Azıcık aşım dertsiz başım”, “bir lokma bir hırka” felsefesinden daha güzel bir şey yok.
Sevdiğiniz insanlarla, sevdiğiniz ortamlarda, sessiz ve huzurlu ve karşılıklı paylaşımlar içinde olabiliyorsanız bu ne büyük mutluluktur bilesiniz. PAYLAŞMAK! Bu da önemli…

Velhasılı olay bu kadar basit… biri yüzünüze baktığında orada “huzur bulmalı”, bulaştırmalısınız huzuru sevinci insanlara. Güzel olmayın bu hiç önemli değil… HUZURLU OLSUN yüzünüz, gözünüz, eliniz… üzerinize giyin mutluluğu bir daha da çıkartmayın. ÇOK BASİT ÇOK!

not: Yarım yüzyıldır dünyadayım, gençlere örnek olsun istedim yaşadıklarım, öğüdüm olsun bunlar. Yazılı kayıtlı hale getirmek lazım.



13 Şubat 2018 Salı

Sevgilim Kedim (13 şubat 2018)

Adımını atıyorsun kapıdan daha apartmandayken duyuyorsun sesini.

Miyaavvvvv

İniyorsun merdivenden ana kapının dibinde durmuş suratına bakıyor! Nasıl becerdiyse ki muhtemelen garajdan girdi ve içeride kaldı, bekliyor birini kapıyı açsın, o da çıkabilsin diye. Haliyle kapıya ilerliyorsun bu böyle bir dikleniyor kenara siniyor tedirgin. Hiç renk vermeden yaklaşıyor elini uzatıp kapıyı açıyorsun, fişek gibi geçip bacaklarının yanından fırlıyor dışarıya. Artık nerene çarptığını üzerine bıraktığı tüylerden anlıyorsun ve hatta eve taşıdığın oluyor o renkli kılları. Siyah giymişsen pantolonunu, gittiğin yerde fark ediyorsun tüy yumağını, bütün façan bozluyor, karizman sıfıra iniyor.


Kızamıyorsun, hatta gördüğün an içine bir huzur ve mutluluk yerleşiyor haddinden fazla. Hayatında belki dokunmadın hiçbirine ama burada bir kedi manyağı olup çıkıyorsun anlamadan. Böyle bu meretler, hücrelerine, damarlarına sızıyorlar. Hepsini toplamak, beslemek, koynuna almak istiyorsun, seçemiyorsun hangisi daha güzel.

Evet hepsi ayrı bir kişilik, kimlik. Her birinin ayrı bir cazibesi, güzelliği, yakışıklılığı var. Kimi pek masum, kimi feci seksi, bazısı tam bir serseri, vallahi de billahi de korkuyorsun suratından ustura gibi bakışlar. Ah bir de ihtiyarları var bunların tüyleri cılızlaşmış, tüm parlaklığını yitirmiş ve leş gibi. En çok onlar dokunuyor sana, sokakta bitecek bir ömrün belgesi gibi suratında patlıyor suretleri. Yorgun kısık gözler, kemikleri fırlamış suratlar.

Bir de yavrular var, bir haftalık iki haftalık, bir aylık, üç aylık, altı aylık, yaş yaş, boy boy ve rengarenk. Eline alıyorsun minicik, yüreciği pıt pıt atıyor, sıcacık o ufacık beden ve tir tir titriyor korkudan. O minik pençelerle ellerine saldırıyor ama bir şey yapamıyor yok ki tırnakları, gülmekten ölesin geliyor. O kadar sevimliler, kıyamıyorsun anasından ayırmaya ve alıp eve götüremiyorsun.

Yürüyemiyorsun sokaklarda, herbirine tek tek bakmak, suratını izlemek ve aslında sohbet etmek istiyorsun. Fotoğrafını çekmeye kalkıyorsun elindeki aletin belleğine sığmıyorlar. Söylecek lafları varmış gibi baktıklarında sana, mırıldanıyorsun saçma sapan ama kimse birbirini anlamıyor. Sus işte o an, senin değil onun var söyleyeceği. Sürünsün bacağına, dayasın başını bileklerine, koklasın ayakkabılarını, elini uzat korkma! Yediğin belki bir pençe olacak boş ver ya da çok korkuyorsan git uyuz aşısı ol. Ama kediye tokat atma, onu tersleme. SEV, inan onların sevgisi anneninkine bedel.


Belgesellere, haber ajanslarına konu olan İstanbul kedilerinin en fazlasının yaşadığı Kadıköy’den, kısacık yazdım bu manzaraları. İstesem kalın bir cilt kitap bile yapabilirim, saatlerce okursunuz. Ama okumayın dinlemeyin. Canınız sıkılınca ya da mutluluktan uçunca gelin Kadıköy’e, vurun sokaklara, hepsiyle karşılaşın, izleyin, konuşun, dokunun, birlikte poz verin, sevgiyi tadın.

Miyav