Merhaba

Yaşadıkça birikti, yaşadıkça birikti, doldu, taştı. Ben de tüm bunları yazdım. Bu sefer de yazdıklarım birikti, doldu, taştı. Taştıkça paylaşmayı çare gördüm. Benim çarem okuyuculara dert olur mu bilmem ama yıllardır yazılanların hepsi burada. Biraz siyasi, biraz felsefi, biraz da insani. Bir hayli de Zeynep'ten.


Afiyet olsun








3 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Engelli (3 aralık 2012)


Tam 41,5 yıldır bir engelli ile yaşıyorum. Bu “engelli” lafı yeni çıktı biliyorsunuz: Durumu yumuşatmak, olayın vehametini perdelemek, insanı rahatlatmak için iyi bir yöntem olsa da sonuç değişmiyor. Özürlü sözcüğü de bence hiç üzmüyor, yıpratmıyor, bunu bilesiniz ve kısacası KULLANABİLİRSİNİZ. Ben olsam “yetersiz” demeyi de uygun görürdüm ama boşverelim.

Kapsam açısından düşününce:
“Özürlü”; bir anlamda yanlış, hatalı gibi düşünülmeli; bir şeyler hatalı olmuş, yanlış eşleşmiş, görevini başaramıyor gibi adledilebilir.
“Engelli”; belli donanımlarını kaybetmiş bu nedenle o donanımla yerine getirebileceği faaliyetleri yapamayan akla gelebilir.
“Yetersiz”; donanımı var ancak makine mükemmel ama çalışmıyor, işlevler eksik, yetersiz, başarısız şeklinde anlaşılabilir.

Benim deneyimim zeka yetersizliği üzerine, özürlülükten kaynaklanan yetersiz olma hali. Fiziki bakımdan kusursuz bir beyin, ancak iletişim aksaklıkları var ve bu nedenle çalışması sorunlu, tam randımanlı değil ve sonuçta da tüm yaşamsal faaliyetleri yetersiz bir insan üzerinden oluştu.

27 Kasım 2012 Salı

Ama yeter yani bu MAYA meselesi (27 kasım 2012)

Günlerdir basında, görsel medyada bir teranedir sürüyor. 21 Aralık günü kopacak kıyametten, bizim Şirince ile Fransa’nın Bugarach köyü kurtulacakmış. Efendim şimdiden rezervasyonlar dolmuş, geceliğine 1000-1500 euro gibi fiyatlar ödenmiş, konaklama karaborsaya düşmüş falan filan.

İnsan aklının yittiği durumlar!

Gerçekten çok şaşırıyorum bu hallere!

1) Öncelikle kıyamet kopacağı için şenlik mi kutlama mı yapılıyor ki bu izdiham var? Yani insanlar hoplaya zıplaya, ellerinde şişeler, kadehlerle kıyameti mi karşılayacaklar? Biri bana anlatsın lütfen.

2)  Diyelim ki kıyametten kurtuldunuz ey aklı evveller! Peki 22 ya da 23 Aralık günü - acaba yaşamınıza 20 Aralık’ta bıraktığınız yerden mi başlayacaksınız? “Aynen devam” diyorsunuz ki, kutlamalar için şimdiden tonla parayı döküp rezervasyonu yaptınız.

6 Temmuz 2012 Cuma

başkasının tezgahına kumaş dokuyanlar - bugünkü perişan halimiz (6 temmuz 2012)


Şu an yazıya dökülen sözcüklerim, tamamen siyasi olup, temiz, saf ve doğal bir seçmenin çığlığını yansıtır. Bu ülkenin yurttaşlarını, seçim düzenini yok etmeye ve yaklaşık 100 yıldır dünyanın içine eden demokrasi zırvalığının baş komplosu olan seçim hikayesini protesto etemeye çağırıyorum. Seçim meçim yapılmıyor, düzeni ve düzenbazlıkları size tescil ettiriyorlar o kadar. Hiç değilse krallar varken, isyanlar da oluyordu ve dibinde iyi bir temizlik yapılıyordu. Şimdi o olanak da ortadan kalktı, yandı gülüm keten helva... topunun Allah diplomasını versin.

Malumunuz, dinimiz ve güzel inancımızla kendilerini maskeleyen, dünyanın en düzenbaz, dinsiz, imansız ekibi tarafından yönetiliyoruz. Sayelerinde insanlarımız artık Allah'a inanmayı da bıraktı, sadece bunlara inanıyor ve iman ediyor bir de yurtdışında yaşayan ve 3 kelimelik bir cümleyi 53 kelimeyle kuran ama ne dediği anlaşılmayan sahte bir peygambere biat edip kendisini taçlandırıyorlar. Yurtdışında  bir sahte peygamber, yurt içinde sahabeleri bir de bunların her kesimden misyonerleri keyifleri yerinde yaşıyorlar. Durumumuz budur, bizler de içler acısı, kederlere boğulmuş, gözüyaşlı, başı dumanlı, zavallılar olarak bunların arasında nefes almaya çalışıyoruz.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Tekila - dayımın köpeği (27 haziran 2012)


Dayımın bir köpeği vardı. Adı “Malibu”. Son derece dindar bir adam olan dayım köpeğine içki ismi verebilmişti, zaten Malibu'nun annesi de “Tekila” idi. Dayım, İTÜ İnşaat’tan dereceyle mezun olmuş, yıllarca Almanya’da mühendislik yapmış, üç dil bilen, dünyanın en dürüst, yalansız, temiz kalpli adamıdır. Her yıl orucunu tutar, Cuma namazlarını asla kaçırmaz, Kur’an-ı Kerim’in hem Türkçe, hem Almanca tercümelerini okumuş, hatta bir çok bölümünü de ezbere bilen, muhakemesi ile hurafeye asla taviz vermeyerek, en doğru ve katıksız şekliyle etrafına da aktaran biridir. Benim için örnek bir müslümandır, kalben inanır, Allah’a tapar, ortalıkta ne kadar bezirgan varsa da alayına kalayı basar. Neyse bu dayımın köpeği Tekila’ya dönelim.

Tekila dişiydi, dünyanın en kaprisli, en huysuz, en oynak dişilerinden biri. Terier cinsiydi ve cüceydi, el kadar bir gövdesi, boncuk gözleri ile sevimli bir yosmaydı. Bu Tekila, sağda solda ne kadar kedi, köpek varsa hepsine çemkirirdi. Alman kurtları, dobermanlar, buldog.lar hepsi nasibini alır, bu cüce, zıp zıp zıplayarak onlara saldırırdı. Büyük köpekler bazen hiç aldırmaz güler geçerlerdi, bazen onlar da azardı ve Tekila’yı ellerinden kaçırmak, kurtarmak pek güç olurdu. Hele kediler, onlara da dayılanırdı. Kedi bu, daha farklı tabii. Çakardı pençeyi suratına ve bizim Tekila hastanelik olurdu. Kaç defa bu sebeple ölümden döndü salak.

Bilmem bu gerçek hikayeyi niye yazdım? Yazasım geldi işte... varın düşünün

21 Mayıs 2012 Pazartesi

A DE DE (21 mayıs 2012)

Dün kapımızı çaldılar. Vakitsiz zamanda çalan zili hemen yorumlarız ailecek; yine ya yanlışlık yapılmıştır ya da lokanta kuryesidir gelen. Bu kez ADD yani Atatürkçü Düşünce Derneği’nden olduklarını söyleyen iki gençti kapı önündekiler. Merhabalaştık.

ADD’den geldiklerini ve kitap, kartpostal sattıklarını, böylece AKP’ye karşı çalışmalarını yürütmek adına bağış topladıklarını belirttiler.

Teşekkürler...

1- Ben de AKP’ye karşıyım, ne ekonomik ne de sosyal alanda yaptıklarının büyük bölümünü asla onaylamıyorum. Özellikle çevreye duyarsızlığı, memleketin mülkiyeti konusunda sürekli yanlış uygulamaları hayata geçirmesi ve en önemlisi de, taraflı muameleler yapması ve halkı her türlü sosyal kurum bazında bölmesi açısından onaylamam mümkün değil. Düşman kitleler yaratmada bu denli başarılı bir örgüt bulunamaz, dünya tarihine geçmeliler ve kabul görmeliler. BRAVO

17 Nisan 2012 Salı

Pazarlarımız ve AVM’lerimiz (17 nisan 2012)

Malumunuz son günlerin tartışmasıdır yaşanan. Semt pazarlarımızın kaldırılacağına ilişkin haberlerdir kulaklarımızı tırmalayan. Haftanın her günü farklı semtlerin, sokakların pazarlarıdır yaşamına göz dikilen.

Ülkemizin her yanını kanser gibi saran ve sürekli metastaz yapan Alışveriş Merkezi (AVM) denen heyulaların yaşaması için akla gelen çare olarak dillendirilmiştir bu konu. AVM’ler iş yapsın, dolsun, doluşturulsun diye semt pazarlarını yaşamdan kaldırmayı düşündüler – peki kimler bunlar? 10 yıldır ülkemizi, illerimizi, ilçelerimizi, beldelerimizi yöneten sığ zihniyetli insanlar, PARA dinine inanan, gerçek dinsiz imansızlar . Buna bir karşı duruş sergilemeyi amaç edindi muhalif çevreler, onlara göre dinsiz, imansızlar. Ve tartışma anında başladı. 


Benim naçizane bu konuya daha farklı bir bakış açım var.

22 Mart 2012 Perşembe

Aklımı Seveyim (22 mart 2012)

Bir şey fark ettim, sanırım isabetli bir farkına varma durumu bu. Niye bilmiyorum, belki biri bana nedenini söyler diye de ümitliyim. Fazla kitap karıştırmaya, eğitim almaya, konuyu çok araştırıp bulandırmaya, Amerika’yı onuncu kere keşfetmeye gerek yok. AKIL var ya akıl. İnsan, aklıyla her şeyi çözümleyebilir. Aklını çarpıştıracaksın. Onlarca çıktısını dökeceksin kucağına, gümbür gümbür çarpıştıracaksın. Doğada tüm sorunlar ve çözümler mevcut. Hangi parçanın hangisiyle eşleştiğini bu AKIL denen mucize sana buluyor. Gerisi lafıgüzaf, hikaye, gösteri. Ne dersen de işte.

Benim aklım da var olan bir şeyi yeni keşfetti. Geç oldu ama mutluyum.

6 Mart 2012 Salı

GÜN ... (8 mart 2012)

Ne çok anlama gelmekte.
Gün;  güneş demek, gündüz demek
Gün;  bir döngü demek, döngülerin gerçekleştiği an demek
Gün; aydınlık demek
Gün; toplumsal bir faaliyet, bir buluşma, görüşme demek
Gün; pasta, çörek, börek, kurabiye, tatlı demek
Gün; dedikodu, kalabalık, örgü, tığ demek
Gün; anma, eğlenme, tınma, idrak etme, kendine gelme demek
Gün; 1 Eylül demek, Mayıs demek, 8 Mart demek

Gün; BARIŞ demek, ANNELER demek, KADINLAR demek
Evet bir 8 mart daha kapımızın dibinde, geldi dayandı. Bayramda anamızın elini öptük, gittik karımızı, kızımızı dövdük. Anneler gününde anamızın yanaklarından öptük, gittik karımızı bıçaklayıp öldürdük, kız yeğenimize ya da evladımıza tecavüz ettik. Rastladık bir yerde, halamızın, babaannemizin elini öptük, sarıldık, kutlaştık, sonra gittik kızkardeşimize , töre deyip  acımadan onu bir güzel öldürdük. Başımızın tacı dedik, suratını morarttık, ağzını burnunu kanattık, tacımıza renk kattık. Sevdiğimiz dedik, aşkına kendimizi yollara vurduk, yan  baktı diye kafasını gözünü patlattık, yetmedi lime lime doğradık.  Çocuklarımın anası diye güya yücelttik, oysa derdimiz çocuklarımızın anası olması değil, namusumuzun ana yaftası olmasıydı, ilk fırsatta ya yüzünü kezzapladık, ya burnunu kestik ya da taşlayıp öldürdük.   

Babamızdan dayak yerken anamıza arka çıktık, koruduk, kolladık, belki de korkup masanın altında ağladık, evlendiğimiz gece karımızı eşek sudan gelinceye kadar dövdük.

Şimdi 8 Mart’ta KADINLAR diyeceğiz, allayıp pullayacağız, sevip okşayacağız, car car bir araba dolusu laf edip, onlarca makale yazacağız. İyi de biz kadınlar bu bir günün yükünü kalan 364 gün nasıl karşılayacağız?


1 Mart 2012 Perşembe

Cennete gitmekten vazgeçtim (18 ağustos 2008)

Yazma yolculuğuna çıktığımda verdiğim bir karar vardı. Sadece o zamana ait, sadece o ülkeye ait ve sadece o topluma ait şeylerden ziyade;  daha genel, daha evrensel, yıllar boyu okunabilecek ve her daim okunduğunda tat verecek şeyler yazmayı hedeflemiştim. Açıkçası bu şekilde olanlarını daha değerli bulurum, durumsal yazılardan da pek hoşlanmam. Ne çare ki kuralı deliyoruz.

Bir baba: Fakir, zavallı, işsiz, aşsız, birdolu çocuk sahibi. Dünyada tek dayanağı Allah’ı. Ondan da medet ummasa yaşam zehir zemberek onun için. Bu zaafiyeti nedeniyle de beyni iyice kullanılmaz hale getirilmiş, yobazlık, taassup ve safsatanın içinde kaybolmuş gitmiş, esir düşmüş. Kızı: Evde yiyecek ekmeği yok, babası tarafından bedava diye iki aylığına yatılı kursa gönderilmiş ve yaşamı bedavaya getirilmiş, ahiret için mektup yazacak kadar cahilleştirilmiş, beyni mantara dönüştürülmüş, kafası sarılı zavallı bir gariban, geleceğin kadını, annesi.

Gözyaşım.... (17 ocak 2007)


Dün gece, sabaha karşı uyandım ve düşüncelere daldım, ertelediğim düşüncelere, öteleye öteleye iyice uzaklaştığım ama bana gittikçe yakınlaşan gerçeklerimi düşünmeliydim biraz, kalbime kadar bütün karın-göğüs bölgeme ağrılar girdi, sancılar, içim oyuldu, uykum kaçtı, uyuyamadım sabaha kadar.

Benim için ipincecik hayat çizgisi o kadar narindi ki;  koptuğu an her şey bambaşka olacaktı, bu durumu nasıl göğüslemeliydim, ne yapmalıydım? Fark ettim ki hala yanıtı bulamamışım, acı büyüdü içimde ikinci seçeneğim yoktu. Benim gibi başkaları var mıdır acaba? Pek sanmıyorum. Düşlere dalmalıydım bir an önce yeniden uzaklaşmalıydım, beynim hazır değildi bunu anlamıştım. Zavallı beynim, yıllardır boşuna taşıdığım ve büyüttüğüm, ziyan olup giden organ. Tanrı beni zeki yaratmış; öyle söylüyorlar, güzelmişim ya da alımlı, bu da dışarıdakilerin yorumu; umurumda bile değil. Tanrım benden verim alamadığı, yarattığı dünyaya ve insanlarına yararlı olacak ortamı bana sağlamadığı için bütün bunları boşuna yapmış.  Hayatımı sonuna kadar öyle kilitlemiş ki; benden ancak toprağa karışıp gidecek ve üzerinde belki ismi bile olmayan bir mezar taşı kalacak. Bunu ben istemedim, beni bekleyen gelecekten sorumlu değilim bu geleceğe ben neden olmadım çünkü, bana bunu dayattı!

Her işin başı Sağlık... (21 ağustos 2009)

Birçok kereler para olayını sorgulamışımdır. İnsanların, paranın fazlasıyla nasıl mutlu olabildiğini, mutlu olabilseler bile nasıl huzurlu olabildiklerini anlamadığımı her fırsatta çevremdekilerle paylaşmış, tartışmışımdır. Birilerine yararlı olmadığı, başka yaşamları da rahatlatmadığı ve mutlu kılmadığı sürece kendi özgün hayatımıza katılan fazlalıkların değersizliğinden dem vurmuşumdur. Bu konuda yeterince terbiye edilmiş bir insan olduğumu düşünüyordum ki terbiye olmadığım bir konu varmış. O da sağlık.

Eh ne yapayım, yüce Mevla’m çok fazla olmasa da ortanın üzerinde dayanıklı ve sağlıklı bir beden nasip etmiş bana. Bunda, her uyduruk şey için hekim hekim dolaşmak gibi sapık bir ruh halimin olmaması da büyük etkendir. Yine en ufak bir olayda avuç avuç ilaçları mideme indirmemek, çok gerekmedikçe antibiyotiklere saldırmamak, genelde olayı seyrine bırakmak ve tahammül etmek gibi disiplinler de önemli özelliklerimdendir.

Durum böyle olunca, ciddi bir rahatsızlık ortaya çıktığında ne yapacağım ve nasıl tepkiler göstereceğim hususunda tarihe geçecek bir çaylaktım ve bu deneyimsizlik ilginç sürprizlerle yüz yüze bıraktı beni.

41 yaşımdaydım. Saydım - hayatımda sadece beş ana sebepten toplam dokuz kere doktora gitmişim. Hiç ameliyat olmamış, genel anesteziye maruz kalmamışım. Kalçamdan beş yaşımda bir kere olduğum iğneden bir daha hiç olmamışım. Serum hiç almamışım. Bu geçmişle doktor karşısındayım. Adam sorar ben “bilmiyorum” yanıtlarını veririm. Bilinmeyen bir karakter, bir tıp serüveniyim. Ama ortada olan bir gerçek var ki yaklaşık iki yıldır canıma okuyan ve hayatımı cehenneme çeviren rahatsızlığımdan kurtulmam şart! Bir de sağlığın birinci mutluluk şartı olduğuna ilişkin terbiyenin artık bana çalınması kaçınılmaz.

Evet çok zahmetli yaşadığım bu süreç bana gereken dersi vermiştir. Hem duygusal anlamda hem de fiziksel olarak kendimle ilgili birçok gerçeğim açığa çıkmıştır, ağzımın payını da bir güzel almış bulunmaktayımdır.  Uzun süre devam eden sıkıntı ve sorunlar sonucu anladım ki dünyada sağlıktan daha değerli bir şey yok. Yine dünyada tıp bilimi ile uğraşmaktan daha erdemli ve huzur veren iş yok. Kapitalist sistemin tüketen zihniyetinden mümkün olduğunca uzak kalabilmeyi başka meslek kollarında sağlamak bence pek mümkün değil. Sağlık sektörünün, bu çarkların ezen dişlerine çekilmesi an meselesi olmasına rağmen şansı her zaman için daha fazla, daha temiz kalabilir uzun yıllar - kısacası ihtimal daha yüksek! Hiç değilse benim meslek kolumun 3G denen bir manyaklık nedeniyle dünyayı bir anda ıskartaya çıkacak yüz milyonlarca cep telefonu çöpü ile kirletmiyor, %75’i gereksiz şarlatanlıklara hizmet edecek bu yeni teknoloji ile radyasyonun ultra zararlı etkileriyle dünyayı sarıp sarmalamıyor. Ortalığı bu teknoloji ile haşır neşir olacak parayı bulamadığı, arkadaşlarına hava atamadığı için yoksulluğuna lanet okuyan aşağılık kompleksine kapılmış mutsuz insanlarla doldurmuyor. Aksine mutluluk resminin tuvali olan sağlık konusunda insanların mutluluğuna çalışıyor TIP ve doktorlar. Sağolsunlar varolsunlar.

Konuyu dağıtmadan sadede gelelim.  Hayatta her geçen gün yeni bir ders -  yaşanmamış şeyler için yeni bir fırsat bizim için. Yine değer yargılarımızı sorgulamak için de yepyeni şanslara sahibiz. Olgunlaşma anlamında bu şans ve fırsatları kaçırmamalı, dikkatle içine girmeliyiz. Ben sağlığımı tekrar kazanıyorum, her geçen gün biraz daha keyfim yerine geliyor. Eski günlerime hiç değilse bundan iki yıl önceki halime döneceğim zamanı iple çekiyorum. O zamanlar bana sorsaydınız benden dertlisi yoktu. Şimdi ise bakış açım daha farklı; meğer ne keyifli ve huzurluymuşum diyorum. Öte yandan sabırla bekliyor, umudumu kaybetmiyorum. Bir daha sağlığımla sınanmak istemiyorum. Parayı kazanmak isteğimizin ve tercihlerimizin iradesinde, sağlık ise başka başka yerlerde. Herkese sağlıklı günler diliyorum.

Sadece 5 ay mı kalan? (8 aralık 2010)

Hepimiz okuduk, izledik ya da duyduk. Günümüzün sevimsiz tanımlamalarından olan Kağıt Bebekler sınıfından kabul edilen bir kadındı. Resimlerine baktım. İçim sızladı, ne kadar da güzeldi. Hayatını okudum, imrendim. Dünyaya 1-0 galip gelmiş şanslı insanlardandı. Zengindi, aileden zengindi. Zengin bir adamla evlenmiş genç yaşta anne olmuştu. Yıllar sonra boşandığında milyonlarca dolar tazminat almıştı kocasından. Çok iyi bir eğitimi vardı, gıpta ettim, özendim, kıskandım. Yerinde olmayı isterdim. İsterdim ama sadece 5 ay öncesine kadar!

Bundan 5 ay önce Temmuz ayında ne yaptığımı düşündüm. Lise mezuniyetimizin 25’inci yılını kutlama yemeğimiz vardı, ona heyecanlıydım fazlasıyla. Daha dün gibi. Sonra Ağustos’taki cehennemi sıcakları hatırlıyorum. Tüm yapacaklarımı ertelemiş bir ay eve kapanmıştım. Eylül öyle böyle geçti gitti. Bayramdı seyrandı derken, görüşmeler buluşmalarla zaman öldürürken, beş ayı hoyratça harcamıştım, paldır küldür geçip gitmişti zaman.

Havuz Problemleri... (19 ağustos 2010)

Hepimizin çocukluk hatırasıdır havuz problemleri. Edebiyata bile girmiş, güldürü ustalarının en baş esprisi haline gelmiştir. Anlaşılmazdır, niye öğretildiği ise kavranamamıştır birçoklarınca. Benim de; Matematik delisi olmama rağmen en hoşlanmadığım konudur. Kafamın içini ağrıttığı olmuştur.

Şimdi yeni bir havuz problemim var, çözümünü de bulamıyorum. Sizlerle paylaşayım da bana bir ışık tutun.

Şimdi bir adam var. Bu adamın iki oğlu iki kızı var. Kızlardan biri evli, oğlanların ise ikisi evli. Küçük kız ise nişanlı. Buraya kadar her şey normal.

Bu aile İslami yaşam biçimini seçmiş, bu nedenle de tesettürlüler. Hanımların sadece elleri, ayakları ve yüzleri görünüyor, asla açık ortamlarda vücutlarının başka bir yeri görünmüyor. Saygımız sonsuz. Bu bir tercihtir. Buraya kadar da her şey normal.

Fındık ile Badem (3 ağustus 2010)

Bakmayın şimdi öyle başlığa şaşkın şaşkın! Bunlar benim ne köpeklerimin adı ne de çocuklarımın lakabı. Öyle iki sevgili ise hiç değiller; aksine sevgili olmak şöyle dursun şu sıralarda hasım olma yolundalar. Öyle bir saçma rekabet olmuş ki aralarında hani yüz yıl önce birlikte yaşadığımız Karadeniz kökenli Rumlar ile Ege kökenli Rumları bir araya getirsek bu yüzden birbirlerini boğazlayabilirler. Aynı milletin farklı bölgelerdeki mensupları düşmanlaşabilirler. Efendim konumuz şu:

Fındık üretiminde “nasılsa tekiz ve en büyüğüz” diye öyle bir sermişiz ki kendimizi, şimdi yerlerde sürünüyoruz. Ukalalıktan ve şımarıklıktan yıllardır ne üretim ne de satış adına çağdaş uygulamaları yaşama geçiremediğimiz için bizim fındığımıza tükürük atmıyorlar artık ve işin tuhafı, bilinçli ve akıllı Batı Anadolulular bademi öyle güzel kalkındırmışlar ki üretim ve satış rakamları ile fındığı tuşa getirmişler. Bizim aklı evvel fındık üreticileri de “badem üretimindeki artış fındığı tehdit ediyor” diye yırtınıyorlar hala. Akıllı ol sen de tuzağa düşme. Zaten iktidar yalakalığı yapmaktan bir türlü kendini alamayan Karadeniz milleti hem tarımda hem de turizmde öyle güzel kazıklar yiyor ki, o kazıklar neresinde hala onu bile farkında değil, yalakalığa devam ediyor.  Bari HES’ler konusunda biraz daha duyarlı olsalar da ellerinde kalan üç beş cenneti daha yağmacı zihniyetin yönetimine teslim edip, doğanın yok olmasına göz yummasalar! Keşke diyorum ve ekliyorum ki; HİÇ UMUDUM YOK.

Santimlerle yaşıyoruz... (24 temmuz 2010)

İnsanın modellenmesinden ve bir takım standartlar geliştirilerek ölçülerle tanımlanmasından tiksiniyorum artık. Irkçılığın ve faşizmin, başka yol bulamayınca “estetik felsefesini” kullanması çok acı verici. Bir zamanlar kafatası ölçülerinin canlara kıydığını unutan insanlık; şimdi bel, göt, omuz, leğen kemiği ya da kaval kemiği ölçüleriyle kafasını bozmuş, bu uğurda ticareti de kullanarak hem faşizm egosunu tatmin ediyor hem de cebini dolduruyor. Bir de insanları mutsuz ediyor, suratı, kaşı, gözü ve saçı aynı ucube insanları yaratmaya devam ediyor.

İki dost bir araya gelemiyoruz, ilk selamlaşmadan sonra anında “diyetteyim” duvarı karşıma çıkıyor. Yok “kahve içmem”, yok “yemek yemem”, yok “onda şeker bunda yağ var”, bilmem ne, bilmem ne. Ya da “ay ne güzel kilo vermişsin şekerim HARİKA olmuşsun” veyahut “Bu ne hal şişmanlamışsın, kıçın başın ayrı yere gidiyor” replikleri.

520 Dolar (21 haziran 2010)

Bugün ilk kez cep telefonumdan 24 saat ayrı kaldım.

Nerede olduğunu hatırlayamadım daha doğrusu nerede yitirdiğimi. 

Meğer dün akşam yemek yediğimiz lokalin zeminine düşürmüşüm.

Bu istemeden - irade dışı bir ayrı kalıştı, yoksa daha uzun süreli telefonsuz olduğum zamanlarım vardır; sakın yanlış anlaşılmasın. Gece bulamayacağımı hissedince aklıma geldi ve teknolojinin daha doğrusu meslektaşlarımın insanlığa armağan ettiği bu en büyük buluşa “ne kadar ihtiyacımız vardı” onu düşündüm. Aslında yoktu çünkü elimdeki alet 3 yıl önce 70 Dolar karşılığı TL ödediğim bir zavallı idi. Zavallılığı ben değil, vahşi kapitalizmin tüketim çılgınına dönüştürdüğü, cahil ve gösteriş budalası, sığ kişilikli toplum fertleri söylüyordu. Kendini cebinde taşıdığı o 5x10cm ebatlarındaki elektro-mekanik ve kübik cisimle özdeşleştiren ve ondan güç bulan büyük kesim için durum böyleydi. İşte ben bu zavallıya muhtaç değildim, onu anladım.

Yine ben hayatım boyunca daha doğrusu 1998 yılından beri sadece üç (3) adet telefon satın almış ve bunların toplamına 520 Dolar ödemiş bir mühendisim. Bütün dünyayı cep telefonumla cebimde taşımak gibi bir niyetim olmadığından da altı ayda bir yenisini satın almıyorum. Aklımı yitirmişçesine bağımlısı olmadığım için de 24 saatlik zorunlu ayrılık haliyle bana hiç etki etmedi, kaba tabiri ile bu durumu zinhar iplemedim. Dünya yıkılsa da iplemem.

Niye böyle olmuştu her şey. Sadece 15 yıl içinde nasıl milyonlarca telefon ortalıkta gezinmeye başlamış, çoluk çocuk herkesin eline yapışmıştı ??? Otobüse, dolmuşa her bindiğimde yanımdaki, önümdeki genç, çocuk, akranım ve daha yaşlı insanlar beyinlerini pişirircesine ve yol boyunca, bazen yirmi dakika, bazen bir saat, bazen de ben inene kadar ipe sapa gelmez her konuda, tamamen kesintisiz ama tonlarca konuşabiliyordu. Neydi bu kadar önemli olan mevzular? Vatanı mı kurtarıyorlardı, yoksa birinin hayatını mı? Muhtaçlar mı refaha çıkıyordu bunlar konuştukça, yoksa ülke mi güzelleşiyordu. Dersler mi başarılı oluyor, aşklar mı mükemmelleşiyordu? Hiç de sanmıyorum, sadece gürültüydü, kirlilikti, çiğ böbürlenmeydi.

24 saat yoktu bu mucize cihaz. Yukarıda yazdıklarımdan hiç birinin olmadığını da bir kere daha anlamıştım. Acıdım, bugüne kadar verdiğim 520 Dolara, çok acıdım. Hepimize acıdım, kendime acıdım. Kızdım, çok kızdım... Çocuklarına sınıf geçme armağanı olarak bu hafta sonu yeni telefon alan anne-babalara kızdım. Dünyayı elektronik çöplüğe çevirenlere kızdım, mesleğimin temsilcilerine kızdım. Her şeye anında erişen ama bir halttan haberi olmayan aptal nesle kızdım.

Ne olur biraz daha sakin ve yavaş olalım. Kendimize gelelim. Bu 24 saat çok rahattı, en kısa zamanda süreyi daha da uzatacak ve eski mutlu günlerimize döneceğim.

Yavru Balık yiyen biz Türkler (9 haziran 2010)

Hepiniz aşağı yukarı bilirsiniz. Ya da yurtdışına çıkmış ve bir deniz ürünleri lokantasında (bizde nedense balık lokantası denir) mükellef yemek yemişseniz tanık da olmuşsunuzdur. Dikkat ettiyseniz buralarda hep büyük balıklar gelir önünüze, eğer balığın cinsi gereği yani biyolojik olarak fazla büyümesi imkansızsa, işte sadece o cinslerin küçüklerinin yendiğine tanık olmuşunuzdur. Dikkat etmediyseniz de bundan sonra edersiniz çünkü ben böyle bir saptamada bulundum, uzun yıllar sonunda anladım ki böyle bir şey var. Biz balıkların yavrularını yiyor, büyümelerine izin vermiyoruz, eskilerin anlattığı o kocaman kofanaları, torikleri artık görmüyoruz. Neden mi??? Denizlerimiz kurudu da ondan. Evet çevre felaketleri balık soyunun dibine kibrit suyu sıktı ama biz Türkiye insanları da kökünü kurutmak için elimizden geleni yaptık. Yıllardır yavru balıkları avlayıp yiye yiye denizlerde balık bırakmadık.

Belki hatırlarsınız bundan üç yıl önce bir akın olmuş tezgahlar, çinakop adı verilen ve Kofana ailesinin henüz 1-2 yaşlarındaki fertleri olan o güzelim balıklarla dolmuş, fiyatı hamsiden bile ucuza düşmüştü. Yollara dökülmüş, hatta tavuk yemi bile yapılmıştı. Ne güzeldi değil mi o 10 cm.lik çinakopları mideye indirmek. Şimdi lüfer kıtlığı var, zaten Kofana denen koyun büyüklüğündeki balığı en son bizim kuşak hatırlıyor. İki yıldır lüfer diye 250 gramlık balıklar fahiş fiyata satılıyor, onu da önümüzdeki yıl hiç bulamayacağız. Çünkü 3-4 yıl önce bütün yavruları yedik, anne olacak balık bırakmadık.  Oysa kim biliyor bir lüferin ömrünün 19 yıl olduğunu. Şaşırmayın! Bu balık bir kediden köpekten uzun yaşıyor, neredeyse inek gibi koyun gibi bir büyükbaş hayvan o. Bu güzide hayvan 3 yaşından itibaren de yavrulamaya başlıyor. Hesap ortada, 3 yaşına gelmesi beklenmeyen minicik çinakoplar katliama uğradı, sarıkanatlar lüfer diye tezgahlanıyor, eskinin lüferi ise, etiketlerine kofana yazılıp tezgahlara diziliyor.

Şişede mantar olsam (17 nisan 2010)

Ben bir şarapseverim. Öyle şaraptan “çok iyi anlıyor”, uzman edasıyla “tadım tadım tadıyor” pozlarıyla hareket etmem. Damağımda güzel bir tat bırakan bütün şaraplar benim için güzeldir. Her ne kadar en kötü şekilde dahi saklanmış olan adakarasına bayılsam da sirkeleşmemiş her üzüm sıvısı benim için lezizdir. Şarabın belli kalite koşullarını yerine getirdikten sonra kazandığı insani yorumlara dayalı nitelemeler tamamen görecelidir. Kimse belli şarapları kötü, bellilerini de çok iyi olsun diye üretmiyor. Hedef hep aynı. İyi olanı keyifli şekilde paylaşabilmek.

Kalıplardan çıkıp da her şaraba eşit uzaklıkta durmaya başladıktan sonra aldığım tatların çok değiştiğini, yaptığım paylaşımların ne güzel derecelerde olduğunu son on yıldır iyice fark ettim. Peki öyleyse bu farlılıkları “zamana nasıl taşıyacağım”, “anların resmini nasıl çekeceğim” derdine düştüm. Yöntemim, içtiğim şarapların mantarlarını saklamak şeklinde oldu. Şarapevlerinin dekorları olan şişe mantarları, benim stoklarımda, üzerine yer, tarih ve kimlerle içildiğine dair notlar yazılmış olarak yer alıyor. 1998 yılından beri yaptığım bu iş, bugün kutu kutu birikmiş mantarlarıma baktığımda beni öyle muhteşem bir yolculuğa çıkartıyor ki; inanın o içtiğim şarapların tadı kat kat mükemmelleşiyor. Böyle olunca da şarap konusunda ukalalık etmeye halim kalmıyor, aldığım zevk, yediğim yemekler, soframı paylaştığım dostlar, ışığa tuttuğumda gözümü şenlendiren kırmızılar, bana hep gündüzü daha doğrusu gün batımını çağrıştıran beyazlar, hepsini bir bütün kabul ediyorum. Zamanda yolculuğuma mantarlarımı saklayarak devam ediyorum. Onlar benim şarap ömrümün kilometre taşları. Şişemin mantarları.....

Dünyanın tüm insanları Türk soykırımından geçmiştir, geçmeyen de geçmelidir. (31 mart 2010)


Son yıllarda soykırım, katliam lafını o kadar çok duymaya başladık ki, Ben Türkiye topraklarında yaşayan insanların hepsinin birer cani, zalim ve deri yüzücü olduğuna inanmaya başladım. Komşularımdan, akrabalarımdan, arkadaşlarımdan korkuyor her an kafamı keser diri diri toprağa gömerler diye gözüme uyku girmiyor. Zira biz; yani Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağıyla bağlı, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete tabi, Kurtuluş ordusunun işgalden kurtardığı topraklarda 88 yıldır yaşamakta olan 80 milyon insan, hepimiz birer faşist, birer kafatasçı, soykırımcı, vahşi, etçil kana susamış hayvanlarız.

Biz 1922’de İzmir’i işgal ederek yakmış, Rumları gebertmiş, ölmeyenini de denize dökmüş canavarlarız. Oysa İzmir Türkler tarafından (daha doğrusu Osmanlı tarafından) 1922 de değil, II.Murat tarafından 1422 de işgal edildi ve 500 yıl sonra sadece 2 yıl için Yunanlıların eline geçti. İşte ne olduysa o zaman oldu, burada milyonlarca Yunanlı türedi ve 1922’de Mustafa Kemal’in Kurtuluş Ordusu tarafından geri alındığında bu milyon küsur Rum kıtır kıtır kesildi. Biz caniyiz, kesin yapmışızdır. Gerçi o sıralarda yurdun diğer Rum köşesinde yaşayan zavallı dedem, Trabzon’daki ailesini Rum çetecilerin tecavüzünden kurtarabilmek, canını teslim etmemek için Gümüşhane’ye kaçmış ama ne yapalım, önemli değil. Böyle aptallık yapacağına Pontus soykırımına katılıp adam doğramak varmış ama kaçmış işte.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Yaprak Yağmuru... (23 kasım 2009)

Hep ifade ederim ki; en sevdiğim mevsim Sonbahardır. Bu yüzden de her yıl çok iyi gözlem yapar, güzel anları ve görüntüleri belleğime kaydederim. Geçmiş yıllarda yaşanmış mevsim özellikleri hep aklımdadır. İşte bu nedenle diyorum ki; 2009 yılı İstanbul’da yaşanan sonbahar için bu yüzyıla damgasına vuracaktır. Ömrümün en güzelini yaşıyorum.

Pastırma sıcakları denen süreç çoktan geldi de geçiyor bile, hatta ortada kuruyacak pastırma kalmadığı gibi ayvalar da çoktan toplanıp depolardaki yerlerini aldılar. Üzümün esamesi yok, zeytinler yağ oldu, selelerde arzı endam ediyorlar ama görünen o ki, bizim sonbahar sanki Ekim’in ilk haftasındaymışçasına tüm gücüyle devam ediyor. Sanırım bu yıl yakamı bırakmayacak.

Farmville... (6 ekim 2009)

Birkaç gün önce gazetede okuduğuma göre facebook’taki FarmVille oyununa üye sayısı 52 milyona ulaşmış. Zaten ne zaman feysbuka girsem ana sayfada onlarca arkadaşımın farmville ile uğraşmış olduğuna tanık oluyor ve son derece sevimli resmedilmiş inek, ördek, koyunlara bakıyor yetiştirdikleri sebzeleri görüyorum. İnsanlık içindeki çiftçi canavarını bir şekilde ortaya çıkardığı için feysbuka minnettar... Sanırım endüstri devriminin sonu geldi, tekrar tarım devrimi yapıp dünyayı sanayicilerin elinden kurtaracağız... her neyse bu işin güldürme tarafı ama yabana atılır bir durum da değil.

Bendeniz bağ bahçe işleriyle uğraşmanın ne denli zevkli olduğunu çok iyi bilen biriyim. Daha ilkokulda iken ıslak pamuklar arasında çimlendirdiğim nohut ve fasulyelerden, büyük saksılarımıza gömdüğüm ve sonradan yeşeren mercimeklerden aldığım ilk keyiflerden feci şekilde damardan zehirlendim ve tutkun oldum. 10 yaşında iken oturduğumuz apartmanın karşısındaki geniş zeytinlikte kendime küçük bir bahçe yaptım ve ilk adımımı maydanoz, nane ve biber yetiştirmek suretiyle attım. Bu böyle yıllar sürdü en son Maşukiye’deki evimizin arka bahçesinde kocaman bir tarla oluşturmayı becermiş ve çeşit çeşit ürünleri hasat ederek bütün mevsimlerde mutfağımızdan eksik etmemiştim. Son derece keyifli bir olaydır ve bu 52 milyon tutkunu da gayet iyi anlıyorum veeeeeeeeeee birşeyi çok ama çok merak ediyorum:

Temmuz Öyküsü (8 temmuz 2009)

Sabah 7.00. Uyandım. Son haberlere göre İstanbul’un en sıcak iki günü içindeymişiz. Henüz hissetmiyorum, daha bir şey belli değil. Balkona çıktım, kollarımı demire yaslayıp panjurların altından işe gitmek üzere yola çıkmış birkaç kişiye baktım. Aklıma eski günler geldi, saat 6.30 da evden çıktığım ve o gün belki de 35 dereceye, İstanbul’un öldürücü nemiyle tırmanacak yaz sıcağının olduğu günlerde, servisimi beklemek üzere dışarı adım attığımda tadına vardığım “erkenin” güzelliği, havanın kokusu ve lezzeti; ne mükemmeldi - tekrar anımsadım. İş tempomu katlanır kılan işte bu tip anlık güzelliklerdi. Kaç kişi yaz günlerinin serin sabahlarını böyle yaşama şansına sahiptir ki? Bilmem, hiç bilmem.

Kafamı çevirdim, arkamızdaki apartmanın giriş katlarını süsleyen asmaya diktim gözlerimi. Bahçemizin muhtelif yerlerinde vardı bu üzümden. Karadeniz Bölgesinin keskin kokulu küçük siyah üzümü diğer adıyla Ça-Uzeni. Öyle arsız ve yılışıktır ki; yeri göğü sarmak için iki yıl dahi bekleyemez. Genç yaprakları ile süslediği sayısız kolu ile camlara, demirlere, bahçe duvarlarına yayılmıştır. Karalahananın itibar görmediği yaz aylarında Allah, “alın bununla yapın sarmanızı” diye yaratmıştır sanki onu. Öylece baktım yeni tazecik yapraklarına uzun uzun.

Çelişkilerimiz (10 haziran 2009)

Çelişkilerimiz çekilir gibi değil. Öyle çelişir ve çakışır hale geldi ki herşey, anlamak mümkün değil. Mesela “Ben sana siz diyorum da sen niye bana sen diyorsun” cümlesi bunu mükemmel açıklıyor. Allah razı olsun Sayın Başbakanımız bazen o kadar güzel örnekler sergiliyor ki derdimizi anlatmak için kanıt aramak zorunda kalmıyoruz. Son günlerde telaffuz edilen ve epeyce de tartışılan bu cümleye bayılıyorum; bu cümle bir ışık, bu cümle bir eser!

Bir başka örnek! AB parlamentosunda sağcı ve milliyetçiler tarihinin en güçlü dönemini yaşıyorlar, solcu ve sosyalistlerin Avrupa mozaiğinden silinmekte olduğu gerçeğine tanık oluyoruz. Milliyetçi ve sağcı iktidarları büyük heyecanlarla başımızdan eksik etmeyen Biz; Türkiye vatandaşları, üzüntüden çöküyoruz, yazılı ve görsel basın felaket senaryoları sergiliyor. AB’ye bakarken sosyalist, içeri dönünce dinci-faşist. Hani hem kadınız hem erkeğiz gibi bir şey. Nemenem şey? Bilinmez. Hiç değilse hak ve özgürlükler, eşit yaşam konusunda kendimizden başkasına hak ve özgürlük tanımasak da ne olduğundan haberdarız, eh bu da içimizi rahatlatıyor.

Güzel ve Çirkin... (21 nisan 2009)

Günlerdir izlediğim ve her defasında boğazıma yumruk yumruk hıçkırıkların biriktiği bir kayıttan söz edeceğim. Birçoğunuz televizyonda ya da internette izlediniz, gazetelerde hakkında yazılanları okudunuz. Britanya’nın yeteneği olarak sunulan ve tüm dünyayı kendine hayran bırakan Susan Boyle’dan söz etmek istiyorum. Günümüzün masal kahramanı İskoç ev kadınından. Her şeye rağmen bir kadın olan o tatlı insandan. Bana bir insanın, sesiyle bulutlara karışabileceğini gösterdi.

O’nunkisi, hep birlikte tanık olduğumuz gerçek bir masal ve her masal gibi yüklü dersler çıkarılabilecek bir yaşam öyküsü. Bana vereceğiniz şans her şeyi değiştirebilir diyebilecek denli umutlu. Haklı bir umut çünkü destekleyen çok güçlü bir gerçeği var. Yıllarca İngiltere’nin efsaneleşmiş müzikallerinde baş solist olarak performanslarını sergilemiş Elaine Paige ile yarışacak kadar muhteşem bir sese sahip ve söylemek için yetenek, yürek ve cesaret isteyen zor bir şarkıyı nefes alır gibi basitçe icra edebiliyor.

Yeteneği anlaşılana kadar da tamamen dış görünüşü ile yargılanan, alaylara maruz kalan, deyim yerindeyse yerden yere vurulan bir zavallı olarak görülüyor. Acımasız İNSANLIK kendisine Kıllı Melek diyebilecek denli zalim, vahşi ve çağdışı. Cinsiyet ayrımcılığı en üst düzeyde, neredeyse çirkin olmaktan hüküm giyecek. Güzellik ve Çirkinlik kavramları karşısında düşülen ırkçı tuzaklar, dünyanın en gelişmiş toplumu olarak gördüklerimizde bile ne yazık ki hala yeni avlar yakalayabiliyor. Bir insan çirkin ise; ki neye göre çirkin bu ayrı tartışma konusu, aptaldır, konuşamaz, gülemez, gezemez, giyinemez, makyaj yapamaz, şarkı söyleyemez, evlenemez, çocuk doğuramaz, annelik edemez. Çirkinler hep kötüdür, yüzlerine bakılmaz, iğrenilir onlardan, uğursuzdurlar. En önemlisi çirkinler esmer ve siyahtırlar. Beyazlık ve sarışınlık ise iyilik ve güzellikle özdeşleştirilmiştir. Şu aptal “Yüzüklerin Efendisi” serisinin özünde de bu ırkçı detay vardır, bu şartlanma bilinçleri yapılandırır. Dikkat edin, okuduklarınızda ve izlediklerinizde bu ince detayları kaçırmayın, bir şeylerin peşinden hayranlıkla koşarken daha sorgulayıcı olun! Konumuza dönecek olursak, çirkin yaşlı kız Susan, seçici kurul tarafından ince alaylara alınarak arenaya sürülüp, yüzlerce insanın önünde pençelerin saldırısına terk edilerek yarışmaya alınıyor, sadece rezil edilip eğlenmek için sahneye atılıyor ama 10 saniye sonra, önce oradakileri daha sonrasında ise dünyayı alt ediyor.

Seçtiği şarkı durumunu güzel tanımlıyor – Bir Hayal Kurdum – diyor. Kurduğu hayal bu şarkıyla gerçekleşiyor. Yarı engelli olarak yaşama merhaba diyen, yıllarca hasta ve yaşlı annesine bakmak zorunda kalan, basit köy yaşamından hiç kopmamış, kıllı, şişman, beyazlaşmış bakımsız saçları olan Susan benim gözümde ilahlaşıyor. Dersimi pek güzel alıyorum.

Yaşamlarımız basit olmalı, basitliklerden mutluluklar süzerek devam edebilmeli.

Dış görünüşümüzle çok uğraşmamalı, uğraşsak bile bazı durumlarda bunu dert etmemeli.

Hayal kurmalı, kurduğumuz hayallerin peşinden koşabilmeli.

Yaşamımızı kısıtlayan ve bizi dar çerçeveler içinde hapseden unsurlar nedeniyle mutsuz olmamalı. Kurtulmak elimizden gelmeyebilir, mecbur kalmışızdır ancak bir gün engeller ortadan kalktığında hiçbir şey için geç olmadığını düşünmeli.

Ömrümüzün her anında her şeye sıfırdan başlayabileceğimizi unutmamalı ve bu enerjiyi içimizde saklı tutmalı.

Gözlerimizi bazı şeyler için kör etmeli, bir insanın doğuştan getirdiği ve doğanın ona bahşettiği görünümü nedeniyle saçma sapan ithamlarda bulunmamalı.

Daima umudumuz olmalı, UMUT etmekten yılmamalı.

Susan Boyle, estetik ameliyatlarla garipleşmiş suratlarıyla dolaşan, kaşı, ağzı, burnu sağa sola kaymış birçok kadından çok daha güzel... üstelik bir de şahane bir sesi var. Ne kadar isterdim ben de O’nun gibi söyleyebilmek, sesimin üstüne binerek göklere yükselmek... bundan daha tapılası bir güzellik olabilir mi?

Küçük Zenginler... (10 nisan 2009)

Hepiniz anımsayacaksınız! Televizyonda haberlerde izlemiş, internette veya gazetelerde okumuşsunuzdur. Mevsimin ilk eriğinin 90 TL kilo fiyatıyla satışa çıktığı haberlerini duymayan olduğunu sanmıyorum. Bu arada yazımın zamana hizmet etmesini sağlamak için olayın göreceliliğini pekiştirmek açısından şu detayı da vereyim ki; bu erik denen, ağırlıklı olarak tuzla yenen, Papaz ya da Can cinsi en mükemmeli olan meyve, mevsiminde 2-3 TL gibi bir fiyatla satılır, yine belirteyim ki ben bu yazıyı kaleme aldığım yıllarda 300 gr.lık bir ekmek 40 kuruştur, yani 0,4 TL. İşte zamanın birinde bu yazıyı okursanız karşılaştırmayı pek güzel yapabilirsiniz. Oysa şimdi dile getireceğim konu bambaşka!

Benim çocukluğum Yarımca’da geçti. Babamın görevi nedeniyle 4 yaşımdayken gittiğim Yarımca’dan Liseyi bitirdiğimde ayrıldım. Bu zaman dilimi Yarımca’nın beldelikten ilçeliğe deviniminin canlı canlı yaşandığı süredir. Yarımca; dünya sınıflamasında “1” numara olarak nitelendirilen kirazların yetiştiği topraklardır. Ancak; sanayileşme ve köy-kentler yaratma siyasetinin ilk mağdurlarından ve hatta kurbanlarından olup şu an itibariyle meyve konusunda tarihe gömülmüş zavallı bir yerdir. 1970’li yıllarda öyle bugün olduğu gibi çevreciler, dünya dostları, doğal üretim militanları, iklim eylemcileri, Yeşiller falan olmadığından ya da etkileri bugünkü düzeyde bulunmadığından; mahkemelere intikal etmiş bir durdurma faaliyeti, eylem, gösteri gibi sivil refleksler yaşanmadığından, kirazları ve kirazın kardeşi erikleri yok olmuş, günümüzde sadece birkaç evin bahçesinde yaşamlarına devam edebilmektedirler. İşte bu bahçeler, biz ailecek Yarımca’da yaşarken dört yanımızı sarmaktaydı. Bugün 100 metrekaresi bulunabilse müze haline getirilebilir, günümüzün ve 10 yıl sonrasının kuşaklarına gezdirilebilir. O derece muhteşem o derece cennettendi. Her neyse konumuza geri dönelim.

Kısa bir İstanbul güncesi... (4 nisan 2009)

2008-2009 kış sezonu Nisan ayının ilk günlerine kadar sıra dışı boyutta yağmurlu geçtiğinden, sıkılmış olan ruhlarımız son iki üç gündür parçalı bulutlu havayı görünce artık dayanamadı ve bu Cumartesi günü, sabah güneşe uyanınca kanımız kaynadı, annemle beraber kendimizi sokağa attık. Poyrazın delici soğuğunda yakalarımızı kaldırarak da olsa yürüyecek ve birlikte; Kapalıçarşı, Mahmutpaşa ve Mısır Çarşısı güzergahında gezinecek, eskiyi, eskinin günümüze yarım yamalak ulaşmış değerleri konusunda bünyemizi tazeleyecektik.

Yılın her mevsiminde özellikle de sonbahar ve ilkbaharda mutlaka annemle bu geziyi yaparız. Gençliğinin tamamı bu semtlerde cirit atarak geçtiğinden, Kapalıçarşı’yı avucunun içi gibi bilir, benim hala çözemediğim bu labirentte mükemmel rehberlik eder. Ben de uyanıklık ederek, her mevsimin açılışını kendisiyle yapmayı tercih ederim. Kadıköy’de oturmanın sağladığı en büyük avantajlardan biri olan “vapurla Eminönü’ne geçmek” ilk adımımızdır ve bu gezinin keyifle başlamasının başta gelen şıkkıdır. Bugün de öyle yaptık. Saat 11.50 vapuru ile karşıya geçtik, oradan tramvaya bindik ve Çemberlitaş’ta indik. Kapalı Çarşı’ya Nuruosmaniye Kapısından girmek üzere yolları adımlamaya başladık.

Bu yolda mutlaka yaptığımız işlerden biri ve ilki, ailemizin belki de 70 yıllık kuyumcusuna uğramaktır. Değerli taşların görüntüleri, içimizi aydınlatan parıltıları, kadınlara verdiği büyük hazzı tattıktan sonra devam etmek gezinin önemli detaylarındandır. Bugün de aynen böyle yaptık. Ardından Kapalı Çarşı’ya girdik. Sağlı sollu vitrinler, gümüşçüler, kuyumcular, hediyelik eşya satıcıları, şal, atkı, elişi satan yerler, incik-boncukcular derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Her zaman olduğu gibi midemiz açlık sinyallerini vermeye başladı ki, hep yaptığımız gibi HAVUZLU’nun yolunu tuttuk.

Bu kısa şehir gezisinin en önemli ikinci durağı HAVUZLU Lokantasıdır. Yarım asırdan fazladır Kapalı Çarşı’da hizmet veren bu lokantada yemezsek ogün işimiz rast gitmez. Saat 13.30 civarı lokantaya girdik, hemen yemeklerin olduğu vitrine yaklaştık. Yine bizim için gelenekleşmiş eylem; Havuzlu’da bamya yemektir. Bamya kalmış mı, yoksa bitmiş mi diye heyecanla baktığımız camın arkasında, gözlerimiz müjdeyle buluştu. Bamya vardı ve onu bir kenara koyduk, ardından yenecek ana yemeği seçmek gerekiyordu. Annem hünkar beğendi ve kuzu eti, ben de sebzeli tavuk dolma yemeği tercih ettim. Garson siparişlerimizi alıp bizi masamıza götürdü, bamyalar geldi. Yıllardır hiç değişmediği şekilde lezzetli ve mükemmeldi, ardından aynı değişmez lezzeti ile et yemeklerimiz geldi. Afiyetle yedik. Annem şeker hastası, ben de tatlılarla ilişkimi en aza indirdiğimden ve aslında ağzımın tadı çok iyi olduğundan devam etmedik, hesabımızı ödeyip kalktık.

Gelenekleşmiş adımlardan üçüncüsü, Mahmutpaşa’dan aşağı inmek, Kürkçü Han’a uğramak, Hürriyet Pasajı’na bir girip çıkmaktı. Bugün Kalabalık nedeniyle Hürriyet Pasajı’nı devreden çıkarttık ve Kürkçü Han’a girdik, bazı dikiş malzemeleri satın alarak yolumuza devam edip Mısır Çarşısına ulaşabildik.

Dördüncü adım Mısır Çarşısı. Çarşıya girdiğimizde mis kokulu bir hava soluğumuzu kesti. Baharat ve ot kokuları karşısında insan bayılacak gibi oluyor. Sağlı sollu kuruyemişçiler, tezgahlardaki lokumlar, helvalar, pestiller... fındıklı, fıstıklı meyve dönerleri, o arada hediyelik eşya dükkanları, gümüşcü ve kuyumcular, rengarenk vitrinler, rengarenk tezgahlar, ışıl ışıl mekanlar. Yolun sonunu bu renk cümbüşüne bırakmak yorgunluğumuzu azaltması açısından mükemmel oldu. Her ne kadar şeker ile ilişkimizi bitirsek de dayanamayıp, çifte kavrulmuş fıstıklı lokum aldık, paketi alır almaz da birer tane yiyiverdik. Mısır Çarşısı’nın dışına çıktığımızda ise şarküterilere uğradık, peynir, zeytin gibi temel kahvaltılıklardan satın aldık. Bu da yine annemin çocukluğundan kala gelmiş, ona geçmişi yaşatan en önemli şeylerden biridir - Bu bölgede kahvaltılık alışverişini yapmak - Ben zaten bu nostaljiyi yaşamaya dünden hazır olan, eskiye düşkünlüğümden dolayı ortalığa küf kokusu yayan biri olduğumdan keyfimin doruklarında paketleri seve seve taşıdım.

Eh artık günün sonu gelmişti. Gün daha devam etse bile bizim enerjimiz bitmişti. Aheste aheste iskeleye yürüdük, Kadıköy Vapuruna bindik ve akşamüzeri evimize döndük. Bugünlük bize bu kadarı yetmişti. Parklar, bahçeler lalelerle dolu iken, güneş henüz içimizi ısıtmasa da gözümüze nur katarken bir kere daha İstanbul’un güzelliğinin yaşamış olduk.
Bu gezinin bir başka türevinde genelde de yazın, güzergahımıza Sultan Ahmet ve civarını eklemekteyiz ama şimdi oldukça yorgun, mutlu ve tatlı tatlı pembeyiz. Tüm sevdiklerimize de öneririz.

Az kaldı - bitecek (24 mart 2009)

Biliyor musunuz bu yıl seçimler Mart 29 da yapılıyor diye çok seviniyorum. Artık iğrendiğim bu süreçten güzelim bahar ayları fazla etkilenmeyecek diye. Ya bu seçimler Nisan sonu ya da Mayıs ortası olsaydı? Baharı kısacık yaşayan güzel şehrim İstanbul’un bize lütfettiği azıcık zaman, bu pis sürecin gölgesinde ziyan olup gidecekti.

Şükürler olsun ki; yavru kediler sokaklara dökülmeden, bizim kumrular yumurtlamadan, erguvanlar açmadan ve kiraz ağaçları henüz çiçeklenmeden önce - sinir bozucu adamlardan, sokakları çöplüğe çeviren bayrak, broşür, konfeti ve bilumum kağıt atıklardan, sağda solda ve dahi daracık sokaklarda cirit atan dev otobüslerden, kulakları sağır eden uyuz şarkı ve türkülerden 30 Mart itibariyle kurtuluyoruz.

Biraz saçmalayalım... (2 mart 2009)

Son yıllarda fazlasıyla üst üste yaşadığımız ama bence temeli geçtiğimiz yüzyıla dayalı ve uzunca zamandır devam eden ekonomik buhran konusunda biraz saçmalamak istiyorum. Aslında, şu halihazırda içinde bulunduğumuz ekonomik buhran değil bahsettiğim, bunu sadece bir araç, bir model ya da bahane olarak kullanacağım.

Bildiğim şeyler ve zehir zemberek çalışan mantığım sayesinde bazı çıkarımlarım var, sözlerim tamamen kendi icadım olacak.

Şimdi evrende hiçbir şey yoktan var olamaz. Bunu biliyoruz. Yine yoktan var olamayacağı gibi varken de yok olamaz. Peki ne olur. Değişir ya da dönüşür. Bir şey yok olmuşsa başka bir şeye dönüşmüştür, ya da değişmiştir. Gerçi sanallaşmış unsurlar da var bu detayda ama, şimdilik bunu bir kenara bırakalım derim.

Okyanusta sinek olmak... (14 şubat 2009)

Yıllardır dil döker dururum, anlatabildiğim kadarıyla sonuna dek açıklamaya çabalarım, olanaklar ölçüsünde kendi yaşamımda da uygulamaya çalışırım. Daha temiz bir dünya, daha sağlıklı bir yaşam, daha güzel ve müdahalesiz bir doğal yaşam için. Kaynakların kullanımında son derece cimri davranır, tek damla su boşa harcanmasın diye debelenir, apartman sakinlerinin kapılarını çalar, evlerinden gelen su sesinin hesabını sorar, bozuk tesisatlarının tamiri için uyarırım. Yemekte arkadaşlarımın tabaklarına müdahale eder, yemeyecekleri, çöpe gönderecekleri, sadece açgözlülükleri nedeniyle tabaklarına doldurdukları yığınla şey için onlara kızar, bir güzel de azarlarım. Misafir geleceği zaman gereksiz ve sürüyle hazırlık yapan annem de bundan payını alır, kadıncağız benim yüzümden mutfağında özgür yaşamını sürdüremez.  Yenmeyen, artan yiyecekler temiz temiz ayrıştırılıp güzelce paketlenir tarafımdan ve sokağımızın kenarındaki bahçe teline güzelce asılır. Sokak toplayıcıları bunları alırlar ve ben pencereden bakarken paketleri açıp afiyetle yerler. Bayat ekmek diye bir tabir bizim yaşamımızdan çıkmıştır, ekmeği taze-bayat diye faşistçe ayırmaz, eşit muamele ederiz.

Memleketime mektubum var... (4 şubat 2009)

Sana uğurlar olsun benim güzel MEMLEKETİM. Taşına toprağına kurban olduğum ÜLKEM, Öldüğümde toprağına karışmak için seçtiğim YURDUM, her şeyim. Canımı feda etmekte tek dakika düşünmeyeceğim, beni kovsalar bile asla tercihimin farklı olmadığı, tüm yoksulluğuna ve yoksunluğuna rağmen yaşam savaşını verdiğim ve vermeye devam edeceğim EVİM.

Bahçem, ırmağım, ormanım. Denizim, dağlarım, çakıl taşlarım. Mis kokan otlarım, kirlenmiş sularım, zehirlenmiş havam ve yok olan yaşamım. Buhranlarım, işsizlerim, aşsızlarım, çamurlu yollarım, karayollarında helak olan canlarım. Olsun, yine de her şeyim. Asla vazgeçmeyeceğim; anam, babam, doğmamış evladım, sevdiğim. MEMLEKETİM. Aldığım her nefeste mutlu olabildiğim, gittiğim her yerden özlem ve aşkla döndüğüm o güzel ülkem.

Mamullerimizde Domuz Yağı (16 ocak 2009)

Mamullerimizin içeriğinde hiçbir şekilde domuz yağı ve alkol yoktur.

E peki öyleyse... sağ olun... gönlümüz ferah, içimiz rahat afiyetle yiyebiliriz. Yılların etiket içeriği olan bu aşina cümlenin son yıllarda geldiği hal böyle, olaya alkol de eklendi ve domuz yağı (ya da eti) ile alkol içermeyen gıdalarımızla sonsuza kadar sağlıklı ve tertemiz bir mümin olarak yaşayabileceğiz. Allah razı olsun.

Mamullerimiz; hazır çorbalar, bisküvi, kek, gofret türü yiyecekler, ekmekler, makarnalar, kurabiyeler, pirinç, mısır, un ve diğerleri...

Sıfır Adet (16 ocak 2009)

Seksenli yılların sonundayız ve daha çok da doksanlar diyelim. Bazı şeyler yeni yeni yaşamımıza girmeye, etkilerini yeni yeni göstermeye başlıyor. Toplumumuzun o güne kadar uzağında kaldığı ve belki de hiç bilmediği şeylerle yüzleşiyoruz. Büyük değişimin ilk aşamaları; özünde zehirli, tadında ise ballı ballı sarıyor neslimizi.

O yılların yeni mezunlarıyız ve iş bulmak o günlerde de mucize olmasına rağmen umutluyuz. Türkiye’de üniversitelere elinde kitapla ya da gazete ile girilmediği yıllarda okumuş, liseli gibi gayet inek bir şekilde derslerimizi başarıyla tamamlamış, tamamen kendimiz için meslek sahibi olmuş ve aklımız Amerika’da yüksek lisans yapmak modasına takılı kalarak ve biraz da bu olanağı yaratamamış olmanın kompleksi ile hayatın ortasına savrulmuşuz. Devir Turgut Özal devri. Ülkede yokların VAR olduğu, ithal malların DAĞ olduğu, renkli, süslü, şatafatlı yaşamların GERÇEK olduğu sanal bir dönemdeyiz. Bir masal ülke olup lüks ve tüketimin uyuşturucu gibi bağımlılık yaptığı ve o temiz toplumu zehirlenmeye başladığı yıllarda, yeni, yepyeni GENÇ neslin bir ferdiyiz.

Yazmaya oturmak istemiyorum (7 ocak 2009)

Yazmaya oturmak istemiyorum. İstemiyorum çünkü ne kadar kendimi uzaklaştırsam da kederden, gamdan, dertten -  yine de olmuyor yürek ezikliğinden başımı alamıyorum. Bunları yazmak istemiyorum.

Kalemimden yaş damlıyor, mürekkebim dağılıp kağıdımda pis bir leke gibi duruyor tüm yazdıklarım. O pislik; insan olmanın bana yaşattığı pislik, insan olmaktan utanmanın şekillendiği bir leke, bir kirlilik. Evet insanlığımdan utanıyorum. Çocukları öldürmekten utanmayan insanlık, masumları kana boğmaktan yılmayan onursuz insanlık, para için savaş çıkartmaktan bıkmayan insanlık, dinleri kullanıp sayısız vahşeti kılı kıpırdamadan izleyebilen insanlık, mazlumken kendine acındıran ve yıllar boyu taraf topladıktan sonra, güç eline geçince kendine yapılanların bin katını yapan insanlık. Utanılan insanlık, utandığım o insanlık.

29 Şubat (29 şubat 2012)

Sırf bugün Şubat’ın 29’u diye yazdım seni YAZI. Dört yılda bir başıma geleceksin ve belki dört yıl sonra geldiğinde beni bulamayacaksın. Kim bilir belki de hiçbirimiz seni  bir daha göremeyeceğiz. Belli mi olur?
Dört yıl önce; 2008’in Şubat’ında ne yaptığımı düşündüm az önce. Kitabımı yazmaya başlamıştım bir ay öncesinde ve var gücümle devam ediyordum yazmaya. Geri dönüşlerle hatırlamaya çalışıyordum 400 günümü. O zaman facebook yoktu, vardı da benim hayatıma girmemişti. Bir güncem de yoktu. Meğer ne zormuş dedim hayatı listelemek. Faturalardan biletlere, takvime yazılmış iki üç harften, telefon mesajlarına kadar didik didik etmiştim her şeyi, uçan kuştan medet ummuş, sardunyalarıma sormuştum bazı şeyleri. 
2008’de Şubat’ın 29 çekeceğini farkında mıydım? İşte onu hatırlamıyorum. Özel bir yıldı ama önemsemişim herhalde.
Şubat’ı 29 çeken, benim 40’ladığım, çalışma yaşamımı sonladığım, Antalya’nın günlük yaşamına en son kere gittiğim, saçlarımın son kez çok uzun olduğu ve hayatımın her anını geçirmek istediğim Bozcaada’yı son defa gördüğüm bir yıldı 2008. Şimdi düşününce ilginç buldum YAZI! Bu kitap işi hafızamı çok güzel eğitmiş onu anladım. Geriye odaklanmak bir keyifmiş, şimdi tattım.
Bugün ise Şubat’ı özel 2012’deyim. 2012’nin ise hiç özelliği yok benim için. 29 Şubat’ının da. Bilmiyorum belki dört yıl sonra. Yaşar da kalırsam burada, yazacak şeyler bulurum onun da hakkında.
Şimdilik hoşçakal  YAZI.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Seni Daima Seveceğiz Whitney (12 şubat 2012)

1992 yılında Bodyguard filmini izlerken Whitney’in “I will always love you” yu söylediği bölümde, sinema perdesine kilitlenmiştim. Kamera Whitney’in ağzının içine zumlanmıştı ve içerideki dil, küçük dil ve gırtlak hareketleri ayrıntılarıyla izlenebiliyordu. İnanılmazdı. O an anladım Tanrı’nın bazı insanları farklı yarattığını. Tüm anatomik yapı bu ses ve bu söyleyiş için tasarlanmıştı, açıkça görülüyordu. Kendimi düşündüm ve dünya ikiye yarılsa bu sesleri çıkartamayacağımı gördüm.  Whitney, dünyaca ünlü ses Dionne Warwick’in de yeğeniydi, ortada genetik bir mükemmellik söz konusuydu.

O güzel insan, daha onlarca yıl sesiyle bizi uçuracak bu büyük yetenek dün gece hayattan ayrıldı. Son görüntülerinde yaşadığı mutsuzluk, deformasyon açıkça görülüyordu. Uyuşturucu pençesinde geçmiş gençlik, yetişkinlik maalesef olgunluk çağına varmasını engellemişti. Neydi bu kadar mutsuz kılan bu güzel kadını. Neyi çözememiş ve daha neler istemişti yaşamdan. Sevmediği neydi, onun boşlukları neydi ki; alkol ve uyuşturucudan kurtaramamıştı kendini. İskelet gibi bir vücut, bulanık bakan gözler, ne söylediği anlaşılmayan bir konuşma. Zevksiz, ruhsuz, yürüyen bir kefen gibiydi sanki.

Şarkı söylemeye çalışan her aceminin diline doladığı ve bir çeşit kendini ispat etme prosedürü olan “I will always love you” en güzel onun gırtlağından çıkmıştı. 50 yıllık bu şarkı Whitney’in simgesiydi adeta.  Aşk için söylenmiş sözler ve kuvvetli müzik hep kulaklarımızda çınlayacak. 12 Şubat 2012 günü öksüz kalmıştır 14 Şubat ve AŞK. Çok yazık!

Geçmiş mutluluklar... (20 aralık 2008)

Bir süredir oldukça dingin bir yaşam boyutundayım. Son yıllarımın her gününü öylesine dertlenerek geçirmeye başlamıştım ki kalbim ve ruhum huzursuzluktan kendini kurtaramıyordu. Birden sanki kafama taş düştü ve kendime geldim. Aslında düşen taş değildi, 40 yıllık yaşamımın geriye gidişlerini somutlaştırarak yaşadıklarımı yeniden tatma girişimleriydi. Frenklerin nostalji dediği şeyin insana mutluluk verdiğini işte bu süreçte algılayabildim. Nostalji; yaşayabiliyorsan dünyanın en güzel şeyi.

Günümüzün yani iletişim çağının bize kazandırdığı en önemli olay; ulaşılabilirlilik ya da erişebilirlilik. Bu kolaylık sayesinde bebekliğinize kadar tüm geçmişinize, kayıtlarınıza, değip geçtiğiniz her omuza, yüze ve ele bir şekilde varabiliyorsunuz. Ben teknoloji düşmanı sayılabilecek bir anlayışın temsilcisi olmama rağmen burada kendimle çelişiyor ve yelkenleri suya indirerek araçları en iyi şekilde kullanıyorum. Hani kökten dinci, yobazların dinin karşı çıktığı her türlü tezgahın başından ayrılmamaları ve dibine kadar kullanmaları gibi.

Uzun, zayıf ve siyah derili Adam. (10 kasım 2008)

Sonunda ABD seçimleri yapıldı ve aylardır üstüne müşterek bahisler oynanan kara derili adam başkan oldu.

Seçimi demokratlar kazandı. ABD’nin demokratları.

İyi de bu sonuçtan çok memnun olmak ya da tamamen üzüntü duymak bizim gibi üçüncü dünya ülkelerine göre değil. ABD’nin demokratı bize değil “kendine demokrattır”. Yıllardır tecrübeyle sabittir ki sonuç hiç değişmez. Bir muhafazakarlar gelir iktidara, bir demokratlar. Sırayla yaparlar bu işi – ki; Muhafazakarlar zamanında iyice gerilen ve patlama noktasına gelen geniş kitleler bir dönem nefes alırlar; esasında birazcık da uyutulurlar. Sonra ABD; muhafazakarlar döneminde yitirdiği tüm puanları Demokratları başa getirerek tekrar toplar ve yine sempati kazanmaya başlar. Umutlar yeşerir, barışçı ve sevgi dolu söylemler dile getirilir. Çevreye daha duyarlı, Savaş karşıtı politikalar üretir gibi görünür. Ama sonunda, yani sekiz yılın sonunda, hop muhafazakarların kucağına – herşey sıfırdan başlar, tüm iyi nitelikli kazanımlar yok olur gider. Perde kapanır, sahne sona erer, biz izleyiciler gerçek dünyaya geri döneriz.

Düz Mantık. (15 ekim 2008)

Yine bir ekonomik buhran ile yüz yüzeyiz. Bu kez olayın tam bir çöküntü olduğu ve sadece Türkiye değil tüm dünyayı kasıp kavuracağı söyleniyor. Hatta buhran küresel olup dalgalar Türkiye’ye vuruyor. Bir panik, bir endişe, bir telaş. Ortalık toz duman.

Yaklaşık on gündür bu toz duman arasından gözlemlemeye çabalıyorum. Ne de olsa perçinli bir neslin elemanıyım. 1991 den beri her türlü ekonomik buhranı bir şekilde atlatmış, tecrübesi dağa vurmuş ama hala genç kuşağın temsilcisi olmayı sürdüren tam bir kaşarım. Bedenim bu depremlerin çizikleri ile dolu, kısacası ekonomik bunalımların façaları saç diplerimde imza gibi gururla duruyorlar.

Aslında tam da başbakanımızın dediği gibi ortada abartılacak fazla bir şey yok. Şimdi beni eleştirin, kızın ve hatta saçmaladığımı düşünün ama gerçekten sanıldığı gibi bir şey yok. Hatta başbakanımızın dediği gibi “kriz yok”, “kriz söylentisi var”. Evet aynen böyle, ben de bunu savunuyorum. Çünkü mantık ortada, gayet basit. Hadi bakalım şimdi:

Ne şanssız bir nesiliz.. (9 ekim 2008)

Ne şanssız bir nesiliz biz hem de ne şanssız. Babalarımız gibi II.Dünya Savaşı’na denk gelip de karneli ekmeğe talim etmedik. Dut yaprağı yiyip üzümle çay içmedik. AMA açız hem de feci açız.

İstanbul’dan Ankara’ya bir günde gitmiyoruz 50 yıl öncesindeki gibi. AMA şimdi giderken ölüyoruz, sağ varabilmemiz mucize, yollarda biçiliyoruz.

Okullarımız var sürüyle, üniversitelerimiz var iki adım ötemizde. AMA bilim insanlarımız çıkmıyor artık. Ondalıklı sayıları çarpamayıp, tek bir edebiyat klasiğini bilmiyoruz.

İşimize gittiğimiz servisler var, plazalar var göklerboyu, pırıl pırıl masalarımız, şık koltuklarımız, telefonlarımız ve çeşit çeşit takım elbiselerimiz.  AMA işsiziz. Çalışsak bile her an işsiz kalabiliriz.

İstekler (8 ekim 2008)

İstek ve beklentilerimize güvenmemek gerekiyor bunu yeni anladım. Hatta şu an satırları gülerek yazıyorum.

Dışarıda pırıl pırıl bir güneş ve uçsuz bucaksız plajın ardında sonsuz mavi, çarşaf gibi bir deniz; hava ise nefis. Ben ise tatildeyim ama şu an canım denize parmağımı bile sokmak istemiyor. Anladım ki imajlar yani görüntüler insana yetiyor; yaza veda ederken son günlerin fırsat verdiği o birkaç günde beynimize kaydedilmiş imaj illaki deniz, güneş ve kumu öyle bir dayatmış ki; canımın esas neyi çektiğini şimdi anlayabildim ya da fark ettim. Kurban olmuşum gerçekten ve yeni anladım. Ne üzücü geldi bana inanamazsınız.

Çakıl Taşlarını Beklerken (22 eylül 2008)

Yıllar önce Marmara ve Kuzey Ege’nin adalarında dolaşırken ve tüm ruhumu doğal güzelliklerin ihtişamına adamışken; aldığım nefesi, denizin kokusunu, mevsimin aykırılığını ve insan eli değmemişliğin, dokunulmamışlığın temiz yüzünü yanımda taşıyabilmek için, sabırla tek tek toplamıştım renkli çakıl taşlarını. Saatler harcamıştım ama sadece küçük el çantamı doldurabilmiştim.

Eve geldiğimde hepsini masanın üstüne boşaltmış, ailecek, camdan giren güneşin bu taşların gözeneklerinde oluşturduğu pırıltıları izlemiş, renklerin mükemmel uyumuna hayranlıkla bakmıştık. Sahillerde anlaşılamayan bu güzellik, bizim yemek masamızda şaha kalkmıştı. Çıldırasıya bir zevkle hepsine dokunmuş, seyretmiş, incelemiş ve üzerinde hiçbir desen olmayan dümdüz parlak camdan ibaret vazomuza doldurmuştuk onları. O vazo yıllardır hala bir kutsal emanet gibi vitrinimizde durur.

Sahibinden Satılık 5.Vites (11 eyll 2008)

Yazmak istemiyorum ve aslında hiç yazmayacaktım. Yıllar sonra belki elime geçer de “neler yaşamışızı” hatırlamama yardımcı olur diye yazmaya karar verdim.

Bir yol öyküsü bu. Trajikomik bir yol öyküsü.

Tam onbirbuçuk yıl boyunca haftanın her iş günü gidip geldiğim yolu dün (10.9.2008) tamamen bir turist gibi, özel arabamla kat ettim. İki yıl aradan sonra ilk kez Kadıköy’den çıkıp Büyükçekmece’ye kadar gittim. Toplam mesafe 63km idi.

Ölü bir saatte çıktığım için tercihimi Boğaziçi Köprüsü’nden yana kullandım ve çevreyoluna Altunizade’den girdim. Yoncayı döndüm trafiğin göbeğine düştüm. Önce yadırgadım saat 10:30 da bu nasıl bir trafikti böyle, herhalde ileride küçük bir kaza var ve birazdan açılır diye kendimi teselli ettim.

Haydi millet – israfa (5 eylül 2008)

Oh be... sonunda onbir ayın hamalı geldi. Artık israfı tavana vurdurup, manyaklar gibi yiyebiliriz, artık bunca günahı peşimize takmışken 30 güne sıkıştırılmış ibadetlerimizle Allah’ı kandırabiliriz. Başımızı örter huşu içinde orucumuzu tutar, bir de üstüne teravih namazlarında arz-ı endam edebiliriz. Yanları olmayan bikinilerimizle 3 gün önce plajlarda salınırken şimdi eteğimizin altına şalvarı çekip camilerimize gidebiliriz. Erkeklerimiz rakıyı bir ay için bırakıp, sigara tellendirmeden gününü geçirebilir, Cuma namazlarını ise bu dört haftalık zaman diliminde tüm bir yıla ithaf ederek kılabilirler.

Yahu kim tutar bizi, tutan olabilir mi? Boy gösteren gösterene, kime ne!

Yuh olsun. Din ve inanç hiç bu kadar yozlaşmamıştı. Ne mutlu bana ki bu sahtekarlık ritüelinin dışında yaşayabiliyor ve bu madrabazlığı uzaktan izleyip, çözümleyebiliyorum. Din işi de akıl sahibi insanların işi, dünyevi çözümlemeleri yapamayan, cahil cühelanın hiç işi değil(miş). Herşeyi bir yana bırakıyorum da, şu Ramazan ayında yapılan ve günahların en büyüğü olan israfa hiç dayanamıyorum.

Yanıyoruz... da ne oluyor sanki (9 ağustos 2008)

Yaz aylarının en sıcak dönemleri Batı Anadolu ve Akdeniz’de ciddi orman yangınlarını da beraberinde getirir. Heryıl dekarlarca ormanlık alan kül olur gider, tepeler siyaha bürünür. Çanakkale-Gelibolu dolayları da bu sabıkalı havza ile yarış halindedir. Cayır cayır yanar bir şekilde heryıl. Hayvanlar telef olur, sivil halktan ölen ya da yaralananlar olur, yangın şehitlerimiz bile vardır heryıla yazılmış. Adlarına hatıra ormanları teşekkül etmiş ve nicesine yollarboyu seyahatlerimizde rastlamışlığımız olmuştur.

Ne yapalım? Ne yapalım biz bu yangınlara. Üzülüp kahrolalım, başka çaremiz yok. Yangın söndürme uçağı sayısı Yunanistan’ın ondabiri bile olmayan, yüzölçümü ve nüfusu ile aptalca gurur duyan Sevgili Türkiye’mizin, burada yaşayan rezil halkı olarak üzülelim, kahrolalım, ağlayıp zırlayalım.

İdam’ı sorgulamak... (5 ağustos 2008)

Birkaç gündür idam cezasını yeniden sorgulamaya başladım. Kendimden utandım ama;  çaresiz bir şekilde sorguluyorum elimde değil. “Acaba” lar zihnimde uçuşuyor “Keşke” ler beynimde son sürat geziniyor.

Acaba yeniden yürürlüğe giremez mi?

Keşke kaldırılmasa mıydı?

Vallahi yazarken bile ellerim titredi. İdam bir cinayet(di) benim gözümde, ne olursa olsun kimse idam edilemez(di). Peki bu cezayı gerektiren suçların yorumunda ne fark var. O suçları işleyenler hak etmiyorlar mı benzer karşılığı? Yanıtım EVET’e doğru hızla kayıyor ne yazık ki.

12 Şubat 2012 Pazar

1993 (2 temmuz 2008)

1993

93 yılına dönmek istedim bugün... Yaz aylarındayız ya... 93’ü hatırladım. Benim için güzel bir yazın ve yaşın yılı olan 1993’ü. O yılın stadyum konserleri fırtınası bizim jenerasyonu esir almıştı. Mayıs ayı büyük bir heyecanla Gun’s & Roses Konserine hazırlanmıştık tüm arkadaşlarla. Genç yüreklerimiz için en mutlu edici, en prestijli şeylerden biriydi nedense. Gun’s & Roses ise o yılların en iyi metal gruplarından biriydi Heavy- Slow müziğin en iyi örneklerini piyasaya sürmüş, bugün şarkıları klasikleşmiş bu efsane grubu gözlerimizle görecek, canlı performanslarını izleyebilecektik. Biletler günler öncesinden alınmış maaşlarımızın %10’u gibi bir meblağ olan tutarı gözümüzü kırpmadan ödemiştik. Gençtik, hayat doluyduk ve Türkiye’de ilk örnekleri yaşanmaya başlayan konserler zincirinden dolayı ise pek memnunduk.


Çalıştığımız için konsere iş çıkışı gidecektik. Konsere giderken giyeceğimiz kıyafetleri sabah yanımızda getirmiştik. Akşam resmi kıyafetleri çıkartıp da bir hard-rock konserine uygun kılıklarımıza bürününce, büyük rüyanın gerçek olduğuna işte o zaman inanıvermiştik. Hayatımın en tatlı zamanlarındandır bu konser. Büyük bir zevk ve neşeyle konser anını yaşamış, mutluluktan uçarak o gece evlerimize dönmüştük. 16 Mayıs 1993 mutlu ve güzel bir gündü benim yaşamımda.

Mayıs ayının son haftası Şeker Bayramı idi. Bir haftalık birleşik tatil 1993 yazının en elverişli dönemlerinden biri olarak da kayıtlara girmişti. O bayram en yakın arkadaşımla beraber Bodrum’da tatile gitmiştik. İki kız arkadaş ve Bodrum. Yine o çok genç yüreklerimiz sevinçle, mutlulukla pır pır ediyordu. Biz hayatımızın ilk özgür tatilini, o yaz arkadaşımla beraber yapmıştık. Yıllarboyu anılarımızdan silinmeyen o tatil 1993’e dönmek isteyişimin anahtarı olan unsurlardan biridir. Henüz bir köy olan Gölköy’deki son derece güzel ve sakin pansiyonda tam bir hafta geçirmiştik. Otlu gözlemeler yemiş, Bodrum’dan sabah güneş doğarken Gölköy’e dönmüş, uyumak yerine kendimizi denize atmış, en önemlisi kıyının hayli uzağındaki köy kahvesinde karşılaştığımız Arif Damar ile uzun uzun sohbetler etmiş ve hayatımızın en mükemmel dinlencesini yaşamıştık. 1993’e damgasını vuran meşhur Karya Prensesini Bodrum Müzesinde o tatilde ziyaret etmiştik. Döndükten sonra günlerce anılarımızı tazelemek üzere günde iki seans telefon görüşmeleri yapmış, bal tadındaki izlerin üzerimizden silinmemesi için var gücümüzle çabalamıştık.

1993 yazı işte böyle güzel ve mutlu başlamıştı gencecik yüreklerimizde.

Ama herşey 2 Temmuz Cuma günü kara bir dumanla yok olup gitti. O zamanlar şimdiki gibi capa canlı saatlerce yayın yapan çeşit çeşit televizyon kanalları yoktu ama yine de günün koşulları “anında haberciliğe” gayet uygundu ve biz; ne olduğu da tam anlaşılmayan acı bir haberle irkilmiştik. Aslında tam da anlaşılamamıştı ne olduğu. Sivas yanıyordu, insanlar yanıyordu...  Evet yanıyordu ama nasıl? Niye? Kim yakmıştı?  Nasıl engel olunamıyordu? O insanlar nasıl kurtarılamıyordu? NEDEN?

Madımak  Oteli yanıyordu. Niye? Niçin? Kim? Nasıl engel olunamıyordu?  Niye yanıyordu Sivas? NEDEN?

Otelde Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a davet edilen müzisyen, yazar ve sanatçılar bulunuyordu ama yakılıyorlardı, Niye? Niçin? Kim? NEDEN?

Özellikle mi yakılıyorlar, özellikle mi yardım eli uzanmıyordu. İyi de niye niçin, kim ve NEDEN?

Sonuçta iletişim ve ulaşımın 1993’ünde ne bir haber, ne bir erişim, ne bir kurtarma, ne de engelleme... sonuç 37 (2.si yakıcılardan) yanmış insan vücudu.  Kısacası 1993’ün yazının 2 Temmuz’unda insanlar; Sivas’ta kendi kaderlerine terk edildiler. O yaz bir kıyıma göz yumuldu.  Bilerek ve isteyerek insanlar öldürüldü.

Niye, Niçin, Nasıl, Kim NEDEN?

Bu soruların yanıtı yok. Bugün o katliamın sanıkları elini kolunu sallayarak geziyor. Kimi yurtdışında refah içinde yaşıyor, kimi belediye başkanı, kimi siyasetçi, kimi polis, kimi memur. Ama asla mahkum değil. İnsan yakan taş yürekli canavarlar bugün huzur içinde eşleri ve evlatlarıyla yaşıyor. Kendi evlatları yaşarken başkalarının yavrularını diri diri yakan bu cellatlar aramızda fır fır geziyor. Belki de aynı kurgularla bizim de etrafımızda geziniyor.

Gelinen nokta şu ki; bir daha böyle vahşetlerin tekrarlanmaması için hiçbir şey yapılmamış... konu öylece bırakılmış, kapatılmış, üstüne beton dökülmüş. 1993 bizim heyecan dolu genç yüreklerimizin üzüntü, keder ve dehşetle tahrip olduğu yıl olarak da yaşam kaydıma geçmiştir.

Kaygılıyım, dertliyim, güvenmiyorum. Böylesine ihmal edilmiş, böylesine önemsenmeyen, böylesi basite alınan bu olay karşısında gerçekten çok kederliyim.

Yakın bir tarih, bir katliam,
Yanan insanlar,
Sayı 37 ya da 37000 hiç fark etmez,
Bir insanlık vahşeti ve tepkisizlik.

Bu insani bir tepkisizlik değil, bu “resmi” bir tepkisizlik, “hukuksal”  bir tepkisizlik, “örgütlü” bir tepkisizlik...

Ve BUGÜN – 2008.

Emin olun tekrarı farklı bahanelerle ve farklı mizansenler için aynı olay her an olabilir. Her an hepimiz bu tip bir odaktan beslenen vahşetle yüzyüze gelebiliriz. Kurşuna dizilir ya da yakılabiliriz. Biz ne yazık ki tam 15 yıl önce 35 insancığı diri diri yakmış bir toplumun fertleriyiz. Mağdur tarafta da olsak bu suç, bu utanç hepimizin. Ve artık kendimize gelelim.

SAKSI

Elimde demin
Küçük bir saksı vardı
Boş bir saksı

Nasıl ağırmış meğer
Nasıl kolum ağrıyor
Boş
Bomboş
Çiçeksiz bir saksı
                        Arif DAMAR

2 temmuz 2008 - zs