1993
93 yılına dönmek istedim bugün... Yaz aylarındayız ya... 93’ü hatırladım. Benim için güzel bir yazın ve yaşın yılı olan 1993’ü. O yılın stadyum konserleri fırtınası bizim jenerasyonu esir almıştı. Mayıs ayı büyük bir heyecanla Gun’s & Roses Konserine hazırlanmıştık tüm arkadaşlarla. Genç yüreklerimiz için en mutlu edici, en prestijli şeylerden biriydi nedense. Gun’s & Roses ise o yılların en iyi metal gruplarından biriydi Heavy- Slow müziğin en iyi örneklerini piyasaya sürmüş, bugün şarkıları klasikleşmiş bu efsane grubu gözlerimizle görecek, canlı performanslarını izleyebilecektik. Biletler günler öncesinden alınmış maaşlarımızın %10’u gibi bir meblağ olan tutarı gözümüzü kırpmadan ödemiştik. Gençtik, hayat doluyduk ve Türkiye’de ilk örnekleri yaşanmaya başlayan konserler zincirinden dolayı ise pek memnunduk.
Çalıştığımız için konsere iş çıkışı gidecektik. Konsere giderken giyeceğimiz kıyafetleri sabah yanımızda getirmiştik. Akşam resmi kıyafetleri çıkartıp da bir hard-rock konserine uygun kılıklarımıza bürününce, büyük rüyanın gerçek olduğuna işte o zaman inanıvermiştik. Hayatımın en tatlı zamanlarındandır bu konser. Büyük bir zevk ve neşeyle konser anını yaşamış, mutluluktan uçarak o gece evlerimize dönmüştük. 16 Mayıs 1993 mutlu ve güzel bir gündü benim yaşamımda.
Mayıs ayının son haftası Şeker Bayramı idi. Bir haftalık birleşik tatil 1993 yazının en elverişli dönemlerinden biri olarak da kayıtlara girmişti. O bayram en yakın arkadaşımla beraber Bodrum’da tatile gitmiştik. İki kız arkadaş ve Bodrum. Yine o çok genç yüreklerimiz sevinçle, mutlulukla pır pır ediyordu. Biz hayatımızın ilk özgür tatilini, o yaz arkadaşımla beraber yapmıştık. Yıllarboyu anılarımızdan silinmeyen o tatil 1993’e dönmek isteyişimin anahtarı olan unsurlardan biridir. Henüz bir köy olan Gölköy’deki son derece güzel ve sakin pansiyonda tam bir hafta geçirmiştik. Otlu gözlemeler yemiş, Bodrum’dan sabah güneş doğarken Gölköy’e dönmüş, uyumak yerine kendimizi denize atmış, en önemlisi kıyının hayli uzağındaki köy kahvesinde karşılaştığımız Arif Damar ile uzun uzun sohbetler etmiş ve hayatımızın en mükemmel dinlencesini yaşamıştık. 1993’e damgasını vuran meşhur Karya Prensesini Bodrum Müzesinde o tatilde ziyaret etmiştik. Döndükten sonra günlerce anılarımızı tazelemek üzere günde iki seans telefon görüşmeleri yapmış, bal tadındaki izlerin üzerimizden silinmemesi için var gücümüzle çabalamıştık.
1993 yazı işte böyle güzel ve mutlu başlamıştı gencecik yüreklerimizde.
Ama herşey 2 Temmuz Cuma günü kara bir dumanla yok olup gitti. O zamanlar şimdiki gibi capa canlı saatlerce yayın yapan çeşit çeşit televizyon kanalları yoktu ama yine de günün koşulları “anında haberciliğe” gayet uygundu ve biz; ne olduğu da tam anlaşılmayan acı bir haberle irkilmiştik. Aslında tam da anlaşılamamıştı ne olduğu. Sivas yanıyordu, insanlar yanıyordu... Evet yanıyordu ama nasıl? Niye? Kim yakmıştı? Nasıl engel olunamıyordu? O insanlar nasıl kurtarılamıyordu? NEDEN?
Madımak Oteli yanıyordu. Niye? Niçin? Kim? Nasıl engel olunamıyordu? Niye yanıyordu Sivas? NEDEN?
Otelde Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a davet edilen müzisyen, yazar ve sanatçılar bulunuyordu ama yakılıyorlardı, Niye? Niçin? Kim? NEDEN?
Özellikle mi yakılıyorlar, özellikle mi yardım eli uzanmıyordu. İyi de niye niçin, kim ve NEDEN?
Sonuçta iletişim ve ulaşımın 1993’ünde ne bir haber, ne bir erişim, ne bir kurtarma, ne de engelleme... sonuç 37 (2.si yakıcılardan) yanmış insan vücudu. Kısacası 1993’ün yazının 2 Temmuz’unda insanlar; Sivas’ta kendi kaderlerine terk edildiler. O yaz bir kıyıma göz yumuldu. Bilerek ve isteyerek insanlar öldürüldü.
Niye, Niçin, Nasıl, Kim NEDEN?
Bu soruların yanıtı yok. Bugün o katliamın sanıkları elini kolunu sallayarak geziyor. Kimi yurtdışında refah içinde yaşıyor, kimi belediye başkanı, kimi siyasetçi, kimi polis, kimi memur. Ama asla mahkum değil. İnsan yakan taş yürekli canavarlar bugün huzur içinde eşleri ve evlatlarıyla yaşıyor. Kendi evlatları yaşarken başkalarının yavrularını diri diri yakan bu cellatlar aramızda fır fır geziyor. Belki de aynı kurgularla bizim de etrafımızda geziniyor.
Gelinen nokta şu ki; bir daha böyle vahşetlerin tekrarlanmaması için hiçbir şey yapılmamış... konu öylece bırakılmış, kapatılmış, üstüne beton dökülmüş. 1993 bizim heyecan dolu genç yüreklerimizin üzüntü, keder ve dehşetle tahrip olduğu yıl olarak da yaşam kaydıma geçmiştir.
Kaygılıyım, dertliyim, güvenmiyorum. Böylesine ihmal edilmiş, böylesine önemsenmeyen, böylesi basite alınan bu olay karşısında gerçekten çok kederliyim.
Yakın bir tarih, bir katliam,
Yanan insanlar,
Sayı 37 ya da 37000 hiç fark etmez,
Bir insanlık vahşeti ve tepkisizlik.
Bu insani bir tepkisizlik değil, bu “resmi” bir tepkisizlik, “hukuksal” bir tepkisizlik, “örgütlü” bir tepkisizlik...
Ve BUGÜN – 2008.
Emin olun tekrarı farklı bahanelerle ve farklı mizansenler için aynı olay her an olabilir. Her an hepimiz bu tip bir odaktan beslenen vahşetle yüzyüze gelebiliriz. Kurşuna dizilir ya da yakılabiliriz. Biz ne yazık ki tam 15 yıl önce 35 insancığı diri diri yakmış bir toplumun fertleriyiz. Mağdur tarafta da olsak bu suç, bu utanç hepimizin. Ve artık kendimize gelelim.
SAKSI
Elimde demin
Küçük bir saksı vardı
Boş bir saksı
Nasıl ağırmış meğer
Nasıl kolum ağrıyor
Boş
Bomboş
Çiçeksiz bir saksı
Arif DAMAR
2 temmuz 2008 - zs