Yıllar önce
yazmıştım; “ülkemde mülteci oldum” diye! Oysa ne müstesna günlermiş onlar,
meğer ne güzelmiş herşey, farkında değilmişim. Hiç tahmin etmemiştim bu derece
yozlaşacağını ve bu derece bitip tükeneceğini.
70’li yıllara rastlayan çocukluğumda ilk
kez kulağıma çalınan şu cümleyi 40 yıldan fazladır o kadar duymuştum ki,
gelinen nokta itibari ile UMUT duyulacak en ufak bir şık kalmadığını acılar
içinde görmekteyim. Ne mi o cümle:
ATATÜRK’ÜN KURDUĞU CUMHURİYETİ KİMSE
YIKAMAZ. O İŞ O KADAR KOLAY DEĞİL. BU ÜLKE SAHİPSİZ DEĞİL.
Hah hah hah haaaaaaa.
Geçelim.
Hatta bırakalım Atatürk’ü, aklın yolunu
bulalım. Namus, onur ve dürüstlük ekseninde yapalım irdelememizi, hatta daha da
demode ama faydalı bir yöntem seçip, dini inançlar ile yorumlayalım halimizi.
Buraya yazmayacağım, kendimiz düşünüp kendimiz bulalım ama bu işi ben tamamen
bugüne kadar hiç düşünmemiş beyinlerimize bırakıyorum.
Zira dedim ya zinhar umudum yok.
Ve diyorum ki; yüce Allah bana imkan
tanırsa, yardım ederse (ki ondan başka dayanağım yok bu iş için) ilk fırsatta
bu ülkeden gideceğim. Bu çok geç alınmış bir karardır. Allah benim cezamı
versin!
Bu memlekette büyük şehirlerden kaçmak,
hadi daha kibar olalım; yaşamımızın ikinci yarısını daha sakin bir yerde
geçirmek düşüncesi “uygulanamayacak bir proje” haline dönüşmüştür. En
basitinden SAKİN ŞEHİR diye uluslararası kurumlarca sertifikalandırılmış
yerlerimiz bile talan edilmeye, çevre felaketlerine dönüşecek uygulamalara
maruz kalmaya devam etmektedir. Tertemiz yerlerimiz, madenler, siyanürler,
kimyasallar, endüstriyel atıklar, betonlaşma, balık çiftlikleri, limanlar,
tersaneler, HES’ler, taş ocakları ile ışık hızıyla kirletilmektedir. Bundan on
yıl önce aşık olduğumuz, İzmir Yarımadası, Kaz Dağları, Foça, Ayvalık,
Kaçkarlar, Ayder’ler, Küre Dağları, Toroslar, Gökova cennetleri, muhteşem
kıyılar, Adrasan’lar, Olimpos’lar, Kayaköy’ler, Doğu Anadolu yaylaları, İç
Anadolu bozkır ve otlakları, Yalova, Orhangazi, Pamukova artık birer yarı
ölüdür. Geri dönüşümsüz tahribat, en azılı kanserden bile daha vahim bir irade
ile ilerlemektedir. Daha fazla yazamıyorum, içim şişiyor.
Memleketimiz ölmek üzeredir. İçilecek
su, yüzülecek deniz, şırıltısı dinlenecek dere, sahilinde dinleneceğiniz göl,
ağaçlarının altında yürüyeceğiniz orman kalmamıştır. Karadeniz bile kurumuştur.
Marmara toz duman içindedir, Ege-Akdeniz cayır cayır yanmaktadır. Doğu her
türlü karışık ve Güneydoğu ise zaten bizden çıkmıştır.
İşte bu ahval içinde bu ülkede yaşamak
için en ufak bir hevesim, beklentim, isteğim kalmamıştır. Bu ülke ancak TURİST
olarak güzel olabilir, o da ne kaldıysa tabii! Yukarıda saydığım yerlerin
bırakın 40-50, 20-30 yıl öncesini 10 yıl öncesini bilenler bile şu an bir
güzellik bulup görememektedir. Bir harika keşfedip yaşayamamaktadır. Bulduğunuz
en ucra köşe; çok fazla değil 2-3 yıl içinde, bir hafriyat kamyonunun ilk
istilası ile anında tüketilmekte, sürekli kaçacak delik aramak gerekmektedir.
“Ülkemizin gelişmesini istemeyen” diye
özetlenen ve sadece embesillerin savunduğu bu saçma fikrin hedefinde biri gibi
görünebilirim. Ben esas itibariyle çok farklıyım. Aldığım teknik eğitim gereği,
ülkemizin sanayi, üretim ve inşaat sektöründe çok ilerilere gitmesini
destekleyen, buna mutlak karşı olmayan biriyim. Ancak şuursuzluk, cehalet,
satılmışlık, kültürsüzlük, bilgisizlik; bu süreci son derece olumsuz
etkilemektedir. Yine UYGARLIK’ı batının tekelinde görmeyen, Batı özentisi
içinde olmayan ve hatta bu kültürü son derece kibirli bulup, feodalite ve
ırkçılıktan beslenen sosyal argümanlarını da red eden biriyim. Kısacası
ülkemizin gelişmesini en çok isteyen ve destekleyen bir insanım. Ancak bu
yapılanlarla, bu yöntemlerle bunların başarılamayacağını da görebilecek ve
analiz edecek kadar bilgili, mantıklı, akıl yürüten, şuurlu bir bireyim. Öyle
her söylenene inanıp da bir köşede rahatıma bakmayı asla tercih etmem. Ne
embesilim ne de PARAKOLİK’im.
Tüm bunların ötesinde, sosyal kirlenme
daha da acıklıdır. Uyuşturucu kullanım yaşı 9’a inmiş, ahlaksızlık ve
edepsizlik tavan yapmış, gencecik kız çocukları bedenlerini satar hale gelmiş,
kadın cinayetleri ödüle layık halde olup, çıkar ve para uğruna tüm değerler
yitirilmiştir. Dincilik, toplumu bütünüyle zehirlemiş, artık çişini yaparken
bile Kuran’da bunun üslubunu arayan, nefes almayı dinsel saçmalıklarla açıklayan
zavallı bir inançsızlık modeline geçilmiştir. Cahil cühela toplum, abuk subuk
şeylerden medet umar hale getirilmiş, yobazlığın ve safsatanın geldiği mertebe,
bırakınız ortaçağ, ilkçağdaki durumu bile yana yakıla aratmaktadır. Bu da
ülkeyi yaşanamaz hale getiren diğer önemli faktördür.
Benim bu yazım, yurttaşlarıma yolladığım
acıklı bir mektubumdur. Gelecek nesillere bir mektubumdur. Arkadaşlarıma,
aileme mektubumdur. Fiziken olmasa da zihinsel anlamda VEDA mektubumdur. Esas
itibariyle bir yakarıştır, yalvarıştır.
Ama ne anlayan var ne de kendine gelen
var… acılar içinde bekliyorum ve fırsatını yakaladığımda da gidiyorum. Bu
topraklar mutluluğun adresi olmaktan çıkmıştır, ne inanç, ne insanlık, ne
vicdan kalmıştır. Rezillik ve kepazelik gırtlak boyudur ve gidecek yer de
kalmamıştır. Çare terk etmektir, geride kalanlar tepe tepe kullansın ve içine
en zehirli şekilde etmeye devam etsin.
Mekan SİZİNDİR!
Zeynep.. çok doğru. Ama benim en büyük korkumdur bu topraklara hasret, başka bir yerde ölmek.. Nasıl yaparım? Mümkün olsa da ..nasıl yaparım? Ben daha kapıyı dışarı çıktığım gün ölmeliyim.. Ama burda da, gözümün önünde ırzına geçilirken ülkemin-nasıl yaşarım?
YanıtlaSilaynen tatlım... bu bir paradoks ama tanık olmak büyük acı... uzaktan özlemek daha saygın! Nazım'ı düşün mesela... özlem sevgi demek...
YanıtlaSil